24 Mayıs 2009 Pazar

namaz nedir?


İnsana hesap gününde ilk sorulacak olandır namaz…

Nesi sorulacaktır acaba?

Mesela niçin namaz kılmadığı…

Yalnızca “Biz namaz kılanlardan değildik” itirafını yapanlara mı sorulur bu?

Ve başka sorular…

Mesela namazlarını korumayanlara; eda ettiğiniz namaz sizi neden kötülüklerden alıkoymadı, oysa namaz kötülüklerden alıkoymak içindi, yoksa siz namazı korumadığınız için mi namazla korunamadınız?

Mesela namaz kılmanın önemini bilmiyor muydunuz dense ve evet cevabı alınsa, denmez mi; o kadar gereksiz şeyin peşinde koşmak için ayırdığınız zamanı niçin namazın önemine vakıf olmak için ayırmadınız?

Bunları neden durup dururken yazıyorum?

Önceki gün Kayseri’deydim. Gittiğim gün “Namaz Platformunun” bir salon toplantısı vardı. Orada Yazar Abdullah YILDIZ ve Ahmet BULUT ile eski hayat anlayışını bırakmış olan Yaşar ALPTEKİN bazı bilgileri salonu dolduranlarla paylaştılar.

Onları dinlerken namazın önemi üzerine yazmak geldi içimden…

“Sana namazdan soracaklar birgün

Yalnızca kılıp kılmadığını değil

Namazını koruyup korumadığını

Namazla korunup korunmadığını

Kıyamın anlamını ve sendeki anlamsızlığını

Rükunun anlamını ve sendeki anlamsızlığını

Secdenin anlamını ve sendeki anlamsızlığını

Sana namazdan soracaklar birgün…

Ve o gün namazı sorduklarında

Tanırım en iyi arkadaşlarımdandır diyebilecek misin?”

Sahi namaz en iyi arkadaşlarımızdan olmamışsa, inandığımız değerlere karşı samimiyetimiz sorunlu değil midir?

Namazın arkadaşlığı…

Peki namaz benim arkadaşlığımdan şikâyetçi olursa ne derim diye düşündün mü?

Kendine sordun mu mesela; arkadaş senin en iyi arkadaşın kim?

En iyi arkadaşım yalan…

En iyi arkadaşım hak yemek…

En iyi arkadaşım boş işler…

En iyi arkadaşım boş şeyler…

En iyi arkadaşım şüpheli şeyler…

Böyle mi yoksa, bütün samimiyetimle söylemeliyim ki; en iyi, en sadık arkadaşım namazdır diyebiliyor muyum?

Zaman geçiyor denir, zaman geçerken namaz da geçiyor. Zamanda namaz saklı ve namazda zaman…

Bu bir zorlama değil bir hatırlatma…

“Ben namaz kılanlardan değildim” dememek için ve neden kimse bana namazı anlatmadı denmemesi için…

Namazla arkadaş olmak için ve namazın arkadaşlığından bıkmamak için…

Hayatları karartan nice arkadaşın karanlığından namazın aydınlığına ulaşabilmek için…

Günde beş kez ve güneşten önce doğarak…

Güneşten önce doğmanın güzelliğine ulaşmak için…

Hayata besmeleyle başlamanın güzelliğini tadabilmek için…

Namaz nedir diye sorduklarında, bana mı sordunuz şaşkınlığını yaşamamak için…

“Namaz güneşten önce doğmanın ve hayata değer katmanın, gecenin karanlığında aydınlığı dilemenin ve aydınlığa kavuşma özlemiyle var olmanın eylemidir” diyebilmek için…

Haydin namaza ve kurtuluşa diye çağıran ezan sesine yabancılaşmamak için…

Herkes istediği şeye koşabilir veya istediği şeye çağırabilir… Çağırıcılardan biri de her gün beş vakit minarelerden duyulan çağrıdır: Haydin namaza ve haydin kurtuluşa diyor ezan… Aynı şeyi duyurmaya çalışıyor namaz platformu… Dileyen duyar ve uyar, dileyen duymaz ve uymaz… Ama duyana ve uyana da, duymayan ve uymayana da hesap günüde ilk sorulacak şeyin namaz olduğunu yazıyor kitabımız…

Ben yine de sorayım; sizce namaz nedir?

Necip CENGİL

--
"YAŞANMAYAN YOLDA ÖLÜNMEZ Kİ!"

15 Mayıs 2009 Cuma

***Selâm Olsun O Müjdeciye***

Bir Nûr Yaratıldı, Kâinata Rahîm Olanın Rahmetini Muştulayan.
Selâm Olsun O Müjdeciye!




Ve gözlerin düşer gecelerime!
Gözlerin düşer, gecelerde üşüyen yüreğime.
Gözlerin, kâinattaki her bir zerreye düşer tek tek, hakikâti gösteren bir nûr olarak. Rahmân ve Rahîm olanın mâhlukata bir büyük ikrâmıdır siyah gözlerin. Ki onlardır zulmeti nûra çeviren, nazar kıldığı yerde güller bitiren... Ve bir bakışıyla âlemi âşka doyuran!


Hamdolsun bizi bir çift siyah gözde âşka düşürene!
Hamdolsun, seni kendine "sevgili" eyleyene!
Seni en güzel şekilde terbiyene edene hamdolsun.
Hamdolsun sana hikmeti verene, sana kitabı indirene, seni âlemlere uyarıcı olarak gönderene...
Seni bize peygamber; bizi sana ümmet edene hamdolsun!
Ve hamd yalnız O'na olsun!


Ey Nebî; sana, zaman denilen mâhluku sıyırarak aradan, mahcubiyetle, hasretle ve elbette muhabbetle sesleniyorum, haddim olmayarak.
Seni anlayabilme nimetinden beridir, görmeden sana inanıp bağlanmanın hadsiz hesapsız şerefini ve saâdetini tadıyorum, şükür ile...
Benim gibi belki kâinat da senin gelişine hiçbir zaman şâhit olamadı.
Âlemlerin nefes alışı belki senin hilkâtinle başladı.
Senden aldı sanki melekler zârafeti; senden aldı ahlâk, letâfeti...
Ve olacaksa bu arzın hüsranı, seni unutup yitirmekten...
Rabbinin nûrundan bir ziyâ idin sanki. Hiçbir şey bilmezken seni, belki sen Rabbinin "Ol" emrindeydin!
Âdemin tevbesindeydin, İbrahim'in duasında...
Nuh'un gemisindeydin, İsa'nın müjdesinde...



Ey Nebî, sen teşrif edince yeryüzüne, zaman belki yaratılışından beri en güzel, en mutlu ânını yaşadı.
Çünkü Âlemlerin Rabbinin "Habibim" dediği o mukaddes nûrunun gölgesi düşüvermişti arza.
Şerefine bu olayın, yer gök bayram etti. Nice küfür sarayı yıkıldı, nice küfür ateşi söndü zuhûrunun hürmetine, zuhûrunun haşmetiyle...



En çok Rabbin sevmişti seni.
Sen de en çok O'nu...
Sonra melekler sevdi seni, kanat gerdiler sana, başının üzerinde rahmet bulutu oldular kimi zaman...
Ve sonra insanlar!..
Ne güzel dostların vardı senin ey Nebî! Seni canından çok, her şeyden çok seven...
Sen güneşsen onlar ışığını senden alan yıldız oldular karanlık gecelerimize.
Sen son peygamberdin, sen Allah'ın Habibiydin!
Daha ötesi nedir ki?
Ve gelince vakit, bırakıp nûrundan bir parça bize, sen Refîk-i Âla ile vuslâta erdin.
Bize ise hep hüzünler düştü ey Nebî!
Bir boşluktu sanki senden ayrı kalmanın sonu!


Halbuki ne "zaman" açabilirdi seninle aramızı, ne de sonu toprak bir beden yakınlaştırabilirdi seninle bizi; farkedemedik...


Bilemedik! Senin o siyah gözlerinin nûru bir miskinin, bir fakirin gözlerinde saklıymış meğer; göremedik...


Bilemedik! Senin ellerinin sıcaklığını hissedebilmek için bir yetimin başını okşayabilmek yetermiş; düşünemedik...


Ve yine bilemedik ey Nebî; seni sevindirmek, senin gönlünde yer edinebilmek, karanlıklar içerisinde kalan bir kalpte sevginin ateşini yakabilmekmiş; beceremedik...



Yolda kalmışlığımızın, şaşıp durmuşluğumuzun kusuruna bakma ey Nebî!


Hani sen kral gibi değil de kul gibi yaşayan bir peygamber olmayı tercih etmiştin. Sıkıntı, ezâ, hüzün...
sanki senin en yakın yol arkadaşlarındı.
Bir gün tok olursan bir gün aç olurdun.
Ve hani yatışsın diye açlığın, bir değil de iki tane taş bağlamıştın ya mübârek karnına!
Biz de sanki gönlümüze sayısız taşlar bağlamışız ey Nebî, seni unutmamıza sebep olan...
Sanki, sana muhtâç ruhumuzun üzerine demirden ve betondan yaptığımız gökdelenlerle koca bir şehir inşâ etmişiz de seni anmak istersek, seni bulmak istersek o şehrin sokaklarında kaybolup değil seni, kendimizi dâhi unutalım, bulamayalım diye!



Ey Nebî, nefesini ver bize!


Nefes ver sensiz kalmaktan, seni hatırlayamamaktan kurumuş gövdelerimize!


Nefes ver ki dile gelelim ve dem vuralım firâkından...
Nefes ver ki bize yeşersin gövdemiz, gülzar olsun bedenimiz...


Nefes ver bize; bitsin artık bu asırlardır süren ümmetinin kara kışı; nefes verdiğin baharları teneffüs edelim senin kokundur diye, kokusu sensin diye...




Ey Nebî! İçimdeki hüznümü hasretine adadım...


Ne zaman sensizliği tüm hücrelerimle hissedebilsem takatim kalmıyor.


Nefesim kesiliyor da, kanım donuyor.
Ey Nebî, yolda kalmışlığımızı yüzümüze vurma n'olur!


Pürkusur hâlimizle gelip de aklayamazsak kendimizi mizanda, bizi önce sen sitemli gözlerinle utancın nârına atma, n'olur!


Ey Nebî! Seni yaratılmış tüm zerreler miktârınca sâlat ve selâmla anıyoruz; utanarak...


Ey Nebî! Şefaâtini umarak...


Allah'ım! Peygamberimiz Muhammed'e, âline ve ashâbına selâm olsun...



Allah'ım! Sen peygamberimize vesîleyi ve fazîleti ihsân et.


Ve onu vaad ettiğin Makâm-ı Mahmûd'a eriştir.
--