28 Nisan 2009 Salı

DUA


(Metinde geçen "Allah'tan korkma" lafzını "Allah'ın sevgisini/rızasını kaybetmekten korkma" olarak algılayabilirsiniz)



Dua etmemizi isteyen Yaratıcımız, nasıl dua etmemiz gerektiğini de bildirir. Kur’an’ın ayetlerinden anladığımız kadarıyla, dua ederken dikkat etmemiz gereken bazı durumları şöylece sıralayabiliriz:

“Allah’a korku ve ümitle dua ediniz.” (A’raf, 56) Yani, reddolunmasından korkar, kabulünü ümit eder bir şekilde isteyiniz.

“Beyne’l-havf ve’r-reca” yani korku ve ümit arasında olmak kişinin manevî hayatı için son derece önemlidir. Elmalılı Hamdi Yazır’ın ifadesiyle, “bu iki hâl, insanın seyr u sülûkunda iki kanat gibidir.” Tek kanatlı kuş uçamadığı gibi, sadece korku veya sadece ümit kanadıyla hareket edenler de, kemâlat semasına doğru uçamazlar.

Allah’ın celal ve azametini düşünmek, insana lezzetli bir korku verir. Annesinin merhametli tokadından korkup yine annesinin şefkatli sinesine sığınan çocuk gibi, Allah'tan korkan insan O’na iltica eder. Allahın cemâl ve rahmetini düşünmek ise, insanı ümit içinde yaşatır.


“Rabbinize tazarru ile ve gizlice dua edin. Çünkü Allah haddi aşanları sevmez.” (A’raf, 55)

Yani, yalvara yakara, samimi bir şekilde, bütün benliğiniz ile O’na yönelin, O’ndan isteyin. Başkalarına da duyurmayın ki, nefsin hissesi karışmasın.

Tazarru hali, insanın kendini duaya tam vermesini ifade eder. Bunu, duaya tam konsantre olmak şeklinde anlayabiliriz. İnsan bazı dualarında bu hâli yaşar. Bütün hisleri uyanmış, bütün latifeleri hüşyar bir şekilde yalvarır. Böyle bir durumda, istediği şeyleri ruhunun en derinlerinden gelen bir iştiyakla ister. Bu şekilde yapılan dualar, genelde kabul edilir.

Bunun zıddı ise, tam bir gaflet göstergesi olur.Hz. Peygamberin ifadesiyle, “gâfil, boş bir kalbin duasını Allah kabul etmez.” (Tirmizi, Daavât, 65)

Duada haddi aşmak ise, sesi fazla yükseltmek, olmayacak şeyleri istemek gibi durumlardır. Mesela, kişinin “Allahım beni peygamber yap!” veya “Allahım, beni bu dünyada ölümsüz kıl!” demesi, muhali talepten başka bir şey değildir.


“Allahın Esmaü’l- Hüsnası vardır. Onlarla dua ediniz. (A’raf, 180)

“Esmaü’l- Hüsna” “en güzel isimler” anlamına gelir. Yüce Allah, kendi kemaline ünvan olan nice isimlere sahiptir. Bunlar bir rivayette 99, bir başka rivayette 1001 olarak ifade edilmektedir. Mesela, Besmelede “Allah, Rahman, Rahim” isimlerini, en son sure olan Nas suresinde

- İnsanların Rabbi

- İnsanların Meliki

- İnsanların İlâhı isimlerini görürüz.

Kur’anın tamamında bu ilahî isimlere sıkça yer verilmektedir.

Malûmdur ki, bir kimse pek çok ünvanlara sahip olabilir. Mesela, güzel yazı yazmasıyla hattat, güzel resim yapmasıyla ressam, yaptığı binalarla mimar ünvanını alır ve o ünvanlarla bilinir. Öyle de, Cenab-ı Hak yaratmasıyla Halık, şekil vermesiyle Musavir, rızık vermesiyle Rezzak şifa vermesiyle Şâfi’dir…

İnsan, Allah’a yalvarırken, istediği şeye uygun olan İlahî ünvanı söylemesi uygun olur. Mesela, günahlarımızın affını isterken “Ya Gaffar” ayıplarımızın örtülmesini isterken “Ya Settar” ismini söyleriz.

Keza, belaların defini isterken "Ey belâları def'eden" (Ya Dafia’l-beliyyat), ihtiyaçlarımızın karşılanmasını isterken “Ey ihtiyaçlara cevap veren" (Ya Kadıya’l- Hâcât) ünvanını söyleriz.

Rızık isterken O’nun Rezzak ismini anar, maddi manevi hastalıklarımız için O’nun Şâfi isminden meded umarız.

İnsanlığa en güzel örnek olarak gönderilen Hz. Peygamber, dualarında sadece “Ya Rabbi, Allah'ım” demez, en güzel isimleri ile Allah’a yalvarırdı. Mesela, şu duasına bakalım:

“Ey kalpleri çeviren Allahım. Kalbimi dinin üzere sabit kıl!” (Müslim, Kader, 17)

***


“O Allah Hayy’dır. Ondan başka ilah yoktur. O halde, dini yalnız O’na has kılarak, halis bir şekilde O’na dua edin!”(Mü’min, 65)

İhlas, dinin en mühim esaslarından biridir. Yapılan bir şeyin sadece Allah için yapılmasını ifade eder. İhlasın zıddı, riyadır, gösteriştir. Sözgelimi, bir din görevlisi insanların önünde dua ederken coşkuyla istese, fakat yalnız dua ettiğinde sönükleşse, ihlastan uzaklaşmış olur.





***


“Allahın lütfundan isteyin!” (Nisa, 32)


Yani, başkalarına verilen servet-makam- ilim gibi şeylere bakıp ta, kıskançlıkla “bu niye ona verildi? Aslında bana verilmeliydi. Ben buna daha layıkım” demeyiniz. Çünkü, belki de onun size verilmemesi hakkınızda daha hayırlıdır. Dolayısıyla siz Rabbinize yöneliniz, O’nun lütuf ve kereminden isteyiniz. O, hakkınızda hayırlı olanı elbette bilir, ona göre verir. O’nun rahmet hazineleri ne biter, ne de tükenir.

Bu meselede, şu esasları göz önünde bulundurmak lazımdır:

- Mülk Allahındır. O, mülkünde istediği gibi tasarruf eder. İnsana düşen, verilmeyene göz dikmek değil, verilene şükretmektir.

- İnsan eğer şükretse, Allah daha fazla verecektir. Çünkü, tekitli bir şekilde şöyle demektedir:

“Eğer şükrederseniz, gerçekten artırırım.” (İbrahim, 7)


- Hayır zannettiğimiz şer, şer zannetiğimiz hayır olabilir. Kur’an şöyle bildirir:


“Bir şey hoşunuza gitmezken sizin için hayırlı olabilir. Sevdiğiniz bir şey de şer olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara, 216)


Mesela, insan hırs ile mal ister. Fakat Karun gibi bunu kibir ve gurura vesile yapacaksa, ona verilmemesi hayırlı olur. Veya insan ısrarla ilim ister. Fakat ilmiyle dalalete sapacaksa, verilmemesi rahmet olur. Onun için, Allahtan birşey isterken “Allahım, senin lütfundan isterim. Eğer bu istediğim hayırlıysa ver. Değilse, hakkımda hayırlı olanı nasip et!” demeli ve Allaha tam tevekkül etmelidir.

- Allah mutlak adalet sahibidir. Zulümden münezzehtir. Elbette kimin neye layık olduğunu bilir ve ona göre verir.

Şadi Eren



21 Nisan 2009 Salı

Hadislerde cihada teşvik var mıdır?


Hz. Peygamber (a.s.m) nice sözlerinde cihada teşvik etmiştir. Nümune olarak bazılarını zikrediyoruz:

1- "İnsanların en üstünü, canıyla ve malıyla Allah yolunda cihad edendir"(1).

2- Biri gelir, "Cihada denk bir amel var mı ?" diye sorar. Rasulullah, şöyle cevap verir: "Cihada denk bir amel bilmiyorum"(2).

3- Birisi, insanlardan uzak bir yerde, tatlı bir su kaynağı bulur. "Uzlete çekilip, ömrümü burada geçirsem" diye düşünür. Bu fikrini Rasulullah`a açar. Rasulullah şöyle der: "Hayır, öyle yapma. Çünkü, sizden birinin Allah yolunda hareketi, evinde 70 sene kılacağı namazdan daha faziletlidir. Allah`ın sizi bağışlamasını ve sizleri Cennete almasını istemez misiniz? Allah yolunda gaza ediniz" (3)

4- "Ümmetimin seyahati, Allah yolunda cihaddır." (4) Bu hadis, turistik seyahatle, Allah`ın dinini yaymak uğrunda yapılan seyahatin farklılığına dikkat çeker. Şüphesiz, hiçbir ulvi gaye taşımadan sadece beldeleri, harabeleri gezmeye çıkmakla, Allah`ın dinini her tarafa ulaştırmak için yola çıkmak arasında, yerden göğe fark vardır.

5- "Kim, gaza etmeden veya "keşke gaza olsaydı da, ben de katılsaydım" demeden ölürse, nifaktan bir alametle ölmüş olur." (5)
Bu hadis, müslümanın hamle gücünü harekete geçirmektedir. Köşesinde oturup kalan bir mü`min, tehlikededir. Kişi, Allah yolunda sefere çıkmalı, veya en azından çıkma temennisinde bulunmalıdır.

6- "Nefsim elinde olan Allah`a yemin ederim! İsterim ki Allah yolunda öldürülüp sonra diriltilsem. Sonra yine öldürülüp, yine diriltilsem" (6)

7- "Allah yolunda bir gün sınırda nöbet, dünya ve üzerindekilerden daha hayırlıdır." (7)

8- "İki göz vardır ki, cehennem ateşi onlara dokunmaz: Allah korkusundan ağlayan göz ve Allah yolunda geceyi nöbette geçiren göz".(8)

9- "Allah yolunda tozlanan ayaklar, cehennem ateşine haramdır". (9) Allah`ın dinini tebliğ için seyahat edenler de hadisin şümulü içindedirler.

10- "Cennet, kılıçların gölgesindedir." (10)

Kaynaklar:
1-Buhari, Cihad, 2
2-Age. Cihad, 1
3-Tirmizi, Fedailü`l-Cihad, 17
4-Ebu Davud, Cihad, 6
5-Ebu Davud, Cihad, 17
6-Buhari, Cihad, 7; İbnu Mace, Sünen, Cihad, 1
7-Buhari, Cihad, 73; Tirmizi, Fedailu`l-Cihad, 26
8-Tirmizi, Fedailu`l-Cihad, 12
9-Tirmizi, Fedailu`l-Cihad, 7
10-Buhari, Cihad, 22
11-Nursi, Hutbe-i Şamiye, s., 88

Sen Âyetelkursi’den nerdesin.



Bismillahirrahmanirrahim


Ayetelkursi Okumaları



Sen Âyetelkursi’den nerdesin?



Belki bir nev'i tevhid ayetleri bunlar.. “Belki” değil öyle, bakın nasıl başlıyor:

Allahu lailahe illa hu muhteşem ve çok vurucu! Baştan tüm ilahlar yerle bir ediliyor, temizleniyor mekan ve eşsiz bir tek Olan vurgulanıyor!

Ah nefsim dön de bak, oku içine Ayetelkursi'yi..
Oku, sor içine: O mu tek içinde ? Yok mu başka ilah ?



-İlah m ı?
-Sen ne diyorsun yahu ?
?
Temizledin mi ağyardan yüreğini ? İlla sen ya Rabbi ! dedin mi ?

“Allahu lailahe illa Hu” Deyip de, gayrısına yüz suyu döküyorsan..



Sevgini, korkunu, umudunu O'ndan gayrısına yöneltmişsen..



Ah ki ah !. Kaç Ayetelkursi temizler seni ?!



Sen Âyetelkursi’den nerdesin ?


“Allahu lailahe illa Hu” Dikkat ettiniz mi ne kadar çok esma var içinde bu ayetin ?

Elhayy'ul Qayyum

Ya Hayy ! Çokça zikrettiğim bir esma..Hani insanın ağzından çoğu kez gayri ihtiyari bir ayet, bir esma, bir zikir çıkar ya hep ? Benden genellikle Ya Hayy ! çıkıyor işte..Ve geçen öğrendim bu ismi zikredenler maddeten ve manen genç kalırlarmış



El Hayyul Qayyum..

Hayy, hep diri olan hiç ölmeyen-ölmeyecek olan

Qayyum, ipleri hep elinde tutan

Hep diri olana yaslan ey nefsim..Hiç ölmeyene,

İpleri elinde tutana, kumanda hep elinde olana..
Ve kendini beğendir O’na, razı et, razı ol ki O’ndan O da sevsin sen i..

Ümitsizlik yok asla çünkü O Qayyûm..

Olmayanı, olmayacak sandığını son anda olduruverir..

Çok vurucu Qayyûm ismi, O’nun Qayyûmiyeti ve bunun farkındalığı..

Çok büyük bir güç hem..Beni çok etkiliyor..

Ya Qayyûm ! Diye haykırarak, gözyaşlarıyla kucağına sığındığım anlar çoktur..

Elden geleni yapıp, sıkıştığında, O’na bırakınca işleri,

O’nu Vekil tayin edince, olmayanı olduruyor..Tek tek onarıyor kırıklarını..



O’na dayanan darda kalır mı hiç ahh..Yeter ki dayan !

Yeter ki bil, O Qayyum’dur, mülkünde söz sahibidir.

“Ol !” derse oldurur, umutsuzlukları umuda çeviren yalnız O’dur..



Sen Âyetelkursi’den nerdesin ?



La te’huzuhû sinetuvvelâ nevm

O, uyumadığı gibi uyuklamaz da !



Nasıl bir güvenlik beyanıdır bu ya Rabbi ?! Nasıl da huzur veriyor insana..



Yeni doğmuş bir bebeğin anne kucağında tüm tehlikelerden emin, her ihtiyacı karşılanmış şekilde rahatça uyuması gibi..
Uyu sen ! Rahat ol, ben varım ! Ben uyumuyorum asla da uyumam..
Her an seni koruyup-kollamaktayım..
Hiç kimseden de korkma !

Ben herşeyi görür-bilirim; Maddeten ve manen; açıkladıklarını da, gizlediklerini de..Sen yeter ki bana sığın, sana kimseden zarar gelmez !

Koşsana bu kucağa ! Sarılsana..Teslim ol-Kurtulsana !



Sen Âyetelkursi’den nerdesin ?


Lehu mâfissemâvâti ve mâ filard

Göklerde ve yerde bulunanların tek sahibi O’dur.

İlk sahne:Hani titrersin ya yeryüzü sultanlarından..Heyecanlanırsın huzura çıkacağın zaman, elin ayağın dolaşır hani, ne diyeceğini şaşırırsın belki..
O, sultanlar sultanı..Gökte ve yerde ne varsa hepsi O’nun..Uçsuz bucaksız bir memleket, mülk saltanat..Ve sana şah damarından, yani sana senden daha yakın..



Düşün ki her an huzurundasın !

İkinci sahne: Korkma sakın! Huzursuz olma..Gelecek endişesi seni sıkmasın.
Herşeyin sahibi benim, istediğime veririm, istediğimden de alırım..



Ve son sahne: başka açıdan: Yani ? Yani sen de kim oluyorsun ki ?
Kendini gerçek sahip sanıp yorulma ! İdaresine asla güç yetiremezsin !
Sakın böbürlenme, büyüklenme, kibirlenme de !
Sana ait sandığın herşey, benim mülkümden sana lütfettiklerimdir, emanettir sende.. Emanetlerimi istediğim an geri alırım-alabilirim !



Sen Âyetelkursi’den nerdesin?



Men zellezi yeşfeu indehû illa biiznih
O'nun izni olmadan katında şefaat edecek kimdir ?

Hep sarar yüreğimi sıcacık bu ayet.."Korkma!" der O var..Korkma, O izin vermezse sana hiç kimse ne bir hayır ne de bir kötülük yapabilir..Korkma ! Bana dayan..Bana dayanan asla darda kalmaz..

Madem böyle, gel sadece bana kul ol !

Yorulma sana hiç faydası olmayacak, üstelik de seni zillete düşürecekler karşısında..Bana hakiki kul olanı sultan ederim, dünyayı ona hizmetçi kılarım.."



Bu, dünyaya bakan yüzü ayetin..Öte yüzde ise; mahşerin kavrulmuşluğunda imdada yetişecek O sallallahu aleyhi ve sellem’in şefaati..



Ya Veduddd ! Esirge beni ne olur..

Cennetlerine sakla yüreğimi..

Ya Mucîb kabul eyle dileğimi..



Sen Âyetelkursi’den nerdesin?



Ya’lemu mâ beyne eydîhim vemâ halfehum

O, önlerindekini ve arkalarındakini bilir

Velâ yuhîtûne bişey’in min ilmihî illâ bimâ şâe

Dilediği kadarının dışında, O’nun ilminden hiçbir şeyi kavrayıp-kuşatamazlar.



Alemde tesadüf yok, ilimler hep hazinende

Sır, izin verdiğince ancak, âyân olur aleme !..



Ya Alîm ya Fettah !



Öyle ya Rabbi evet ! Hakkımda tasarlananı dahî bilirsin

Ne kadar gizleseler de sen herşeyden haberdarsın !



Madem ki böyle, neden sakınayım ? Kimden niçin korkayım ?!



Başa gelse bile sendendir, hikmetlidir..

Ve boynum, bilirsin kıldan incedir.



İnsanın, herşeyin sahibi, bilen, gözeten, hiç Uyumayan’ın kucağında olması ne güzel ne güvenli..



Ah ya Rabbi ! Kucağında tut beni,

O dipdiri sînende ebedi uyut beni..



Sen Âyetelkursi’den nerdesin?



Vesia kursiyyuhussemâvâti vel ard.

O’nun kürsüsü bütün gökleri ve yeri kaplayıp-kuşatmıştır.

Velâ yeûduhû hıfzuhumâ ve huvel aliyyul azîm.

Onların korunması, O’na güç gelmez, O pek yücedir, pek büyüktür.



Ah ya Rabbi her yerdesin, bilmekte görmektesin..

Zor gelmez asla sana “kûn feyekûn” dersin.

Ya Rab “Ol !” dersen olur, bildim söyledim her dem..



Ben razı oldum senden..

Verdiğinden-vermediğinden..

Ve tasdik ettim gönülden.



Şahidsin her ânıma, sen de razı oluver benden.



Sen Âyetelkursi’den nerdesin?



Efendim, Ayetelkursi'nin, her namazdan sonra, gece yatmadan önce, vasıtalara binince vb. okunması konusunda teşvik eden pek çok hadis var malum.. Çünkü zırh gibidir hem manen hem maddeten koruyucudur.. Anlamını işte böylece bildikten, içimize yazdıktan sonra ancak anlıyoruz mesajı; Rabbimizin bizi saran, dirilten gücünü..



Hiç bu yukarıdaki ayetleri okur da insan umutsuz olabilir mi ?

Korkar mı kimseden ?

Başına ne gelirse gelsin yıkılır mı ?



Hayır tabii ki..işte bunun için ve de böyle okumalı daim;

Hayatımızın içinde olsun, içimizde hayat olsun, diriltsin bizi her an diye..



Ya Rab, okuduklarımızı hayata geçirmeyi nasib eyle..

Bizleri daim seninle meşgul eyle..

Okuduğumuz sûreleri burada da orada da bize arkadaş eyle, Amin...Amin...Amin...

Ayşe Reşad


14 Nisan 2009 Salı

Hz. Ebubekir (R.A) ile Hz. Ali (R.A)'nin Münazarası


Hz. Ebubekir (R.A) ile Hz. Ali (R.A)'nin Münazarası...


Bir gün Ebu Bekir Sıddık (r.a) Resulüllah(S.A.V)'ın evine geldi. İçeri gireceği sırada Hz. Ali Bin Ebi Talib (r.a) da geldi.
Hz. Ebu Bekir (r.a.) (Geri çekilip) :
-Ya Ali sen buyur gir dedi.

O da cevap verip aralarında aşağıdaki uzun konuşma oldu:

-Ya Ebu Bekir! Sen önce gir ki her iyilikte önde olan her hayırlı işte ileri olan herkesi geçen sensin.

Hz. Ebu Bekir (r.a.) :
- Sen önce gir ki! Resulüllah'a (s.a.v) daha yakın sensin.

Hz. Ali (r.a) :
-Ben senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah (s.a.v)'tan işittim.
"Ümmetimden Ebu Bekir'den daha üstün bir kimsenin üzerine güneş doğmadı" buyurdu.

Hz. Ebu Bekir (r.a.) :
- Ben senin önüne nasıl geçebilirim ki Resulüllah (s.a.v) kızı Fatıma(r.a)'yı sana verdiği gün
"Kadınların en iyisini erkeklerin en iyisine verdim" buyurdu.

Hz. Ali (r.a) :
- Ben senin önüne geçemem. Çünkü Resulüllah (s.a.v):
"İbrahim(a.s)'ı görmek isteyen Ebubekir'in yüzüne baksın" buyurdu.

Hz. Ebu Bekir (r.a.) :
- Ben senin önüne geçemem. Çünkü Resulüllah(s.a.v):
'Adem (a.s)'ın hilm sıfatını ve Yusuf (a.s)'ın güzel ahlakını görmek isteyen Ali Mürteza'ya baksın' buyurdu.

Hz. Ali (r.a) :
- Senin önünde gidemem. Çünkü Resulüllah (s.a.v):
"Ya Rabbi! Beni en çok seven ve ashabımın en iyisi kimdir? dedi. Cenab-ı Hak:Ya Muhammed! Ebu Bekir Sıddıktır" buyurdu.

Hz. Ebu Bekir (r.a.) :
- Ben senin önüne geçemem. Çünkü Resulüllah (s.a.v) Hayber'de:
"Yarın sancağı öyle bir kimseye veririm ki Allahü Teala onu sever. Ben de onu çok severim" buyurdu.

Hz. Ali (r.a) :
- Ben senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah (s.a.v)
"Cennetin kapıları üzerinde 'Ebu Bekir Habibullah' yazılıdır" buyurdu.

Hz. Ebu Bekir (r.a.) :
- Ben senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah(s.a.v) Hayber gazasında bayrağı sana verip
'Bu bayrak Melik-i Galibin Ali Bin Ebi Talib'e hediyesidir' buyurdu.

Hz. Ali (r.a) :
- Ben senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah(s.a.v)buyurdu ki:
"Ya Eba Bekir sen benim gören gözüm ve bilen gönlüm yerindesin".

Hz. Ebu Bekir (r.a.) :
- Ben senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah(s.a.v)buyurdu ki:
"Kıyamet günü Ali cennet hayvanlarından birine binmiş olarak gelir. Cenab-ı Hak buyurur ki 'Ya Muhammed!(s.a.v) Senin baban İbrahim Halil ne güzel babadır. Senin kardeşin Ali Bin Ebi Talib ne güzel kardeştir.'

Hz. Ali (r.a) :
Ben senin önününe geçemem. Çünkü Resulüllah(s.a.v)buyurdu ki:
"Kıyamet günü Cennet meleklerinin reisi olan Rıdvan adındaki melek Cennete girer. Cennetin anahtarlarını getirir Bana verir. Sonra Cebrail (a.s) gelip Ya Muhammed (s.a.v)! Cennetin ve cehennemin anahtarlarını Ebu Bekir Sıddık'a(r.a) ver istediğini Cennete dilediğini Cehenneme göndersin der."

Hz. Ebu Bekir (r.a.) :
Ben senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah (s.a.v) buyurdu ki:
"Ali kıyamet günü benim yanımdadır.Havz ve Kevser yanında benimledir. Sırat üzerinde benimledir. Cennette benimledir. Allahü Teala'yı görürken benimledir."

Hz. Ali (r.a) :
Ben senden önce giremem. Çünkü Resulüllah(s.a.v)
"Ebu Bekir'in imanı bütün mü'minlerin imanı ile tartılsa Ebu Bekir'in imanı ağır gelir" buyurdu.

Hz. Ebu Bekir (r.a.) :
Ben senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah(s.a.v)buyurdu ki:
"Ben ilmin şehriyim Ali onun kapısıdır."

Hz. Ali (r.a) :
Ben senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah(s.a.v)buyurdu ki:
"Ben sadıklığın şehriyim.Ebu Bekir onun kapısıdır."

Hz. Ebu Bekir (r.a.) :
Ben senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah(s.a.v)buyurdu ki:
"Kıyamet günü Ali bir ata biner görenler acaba bu hangi peygamberdir? Derler.Allahü Teala bu Ali Bin Ebi talib'dir buyurur."

Hz. Ali (r.a) :
Ben senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah(s.a.v)buyurdu ki:
"Ben ve Ebu Bekir bir topraktanız. Tekrar bir olacağız."

Hz. Ebu Bekir (r.a.) :
Ben senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah(s.a.v)buyurdu ki:
"Allahü Teala ey Cennet! Senin dört köşeni dört kimse ile bezerim.Birir Peygamberleri üstünü Muhammed'dir(s.a.v).Biri Allah'dan korkanların üstünü Ali'dir.üçüncüsü kadınların üstünü Fatımat'üz Zehra'dır. Dördüncü köşesindeki de temizlerin üstünü Hasan ve Hüseyin'dir."

Hz. Ali (r.a) :
Ben senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah(s.a.v)buyurdu ki:
"Sekiz Cennetten şöyle ses gelir'Ebu Bekir! Sevdiklerinle birlikte gel hepiniz Cennete girin."

Hz. Ebu Bekir (r.a.) :
Ben senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah(s.a.v)buyurdu ki:
"Ben bir ağaca benzerimFatıma bunun köküAli gövdesi Hasan ve Hüseyin meyvesidir."

Hz. Ali (r.a) :
Ben senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah(s.a.v)buyurdu ki:
"Allahü Teala Ebu Bekirin bütün kusurlarını affetsin. Çünkü O kızı Aişe'yi bana verdi.Hicrette bana yardımcı oldu.bilal-i Habeşi'yi benim için azad etti."

Resulüllah(s.a.v')in bu iki sevgilisi kapıda böyle konuşurlarken kendileri içeriden dinliyorlardı. Hz. Ali'nin sözünü kesip içeriden buyurdu ki:
-Ey kardeşlerim Ebu Bekir ve Ali! Artık içeri girin.Cebrail (a.s) gelip dedi ki yerdeki ve yedi kat göklerdeki melekler sizi dinlemektedir.kıyamete kadar birbirinizi övseniz Allahü Teala yanındaki kıymetinizi anlatamazsınız.

İkisi birbirine sarılıp birlikte Resulullah'ın(s.a.v) huzuruna girdiler.

Resulullah'ın(s.a.v):
-Allahü Teala ikinize de yüzbinlerce rahmet etsin. İkinizi sevenlere de yüzbinlerce rahmet etsin ve düşmanlarınıza da yüzbinlerce lanet olsun buyurdu.

Hz. Ebu bekir Sıddık dedi ki:
-Ya Resulallah(s.a.v) Ben Ali kardeşimin düşmanlarına şefaat etmem.

Hz.Ali dedi ki:
-Ya Resulallah(s.a.v) Ben de Ebu Bekir kardeşimin düşmanlarına şefaat etmem ve başını kılıç ile bedeninden ayırırım.

Hz. Ebu bekir Sıddık(r.a):
-Ben senin düşmanlarına Kevser havzından su vermem buyurdu.

Hz. Ali de:
-Ben senin düşmanlarını Sırat üzerinden geçirmem buyurdu.

Hz. Ali (r.a.) ve Hz. Ebu Bekir (r.a.) taraftarlarının ve düşmanlarının kulakları çınlasın.



Kaynak : Dört Büyük Halife (Şemsüddin Ahmed Efendi), Bedir Yayınevi 1974

9 Nisan 2009 Perşembe

***CUMA BEREKETLİ, AKIBET HAYROLA***


NASIL DUA ETMELİ?


DUAYI EMREDEN Cenab-ı Hak, duanın bir kısım adabını da bildirir. Kur’an’ın ayetlerinden anladığımız kadarıyla, dua ederken dikkat etmemiz gereken bazı durumları şöylece sıralayabiliriz:

1. “Allah’a korku ve ümitle dua ediniz.” (A’raf, 56) Yani, reddolunmasından korkar, kabulünü ümit eder bir şekilde isteyiniz.

“Beyne’l-havf ve’r-reca” yani korku ve ümit arasında olmak kişinin manevî hayatı için son derece önemlidir. Elmalılı Hamdi Yazır’ın ifadesiyle, “bu iki hâl, insanın seyr u sülûkunda iki kanat gibidir.” Tek kanatlı kuş uçamadığı gibi, sadece korku veya sadece ümit kanadıyla hareket edenler de, kemâlat semasına doğru uçamazlar.

Allah’ın celal ve azametini düşünmek, insana lezzetli bir korku verir. Annesinin merhametli tokadından korkup yine annesinin şefkatli sinesine sığınan çocuk gibi, Allahtan korkan insan O’na iltica eder. Allahın cemâl ve rahmetini düşünmek ise, insanı ümit içinde yaşatır.


2. “Rabbinize tazarru ile ve gizlice dua edin. Çünkü Allah haddi aşanları sevmez.” (A’raf, 55)

Yani, yalvara yakara, samimi bir şekilde, bütün benliğiniz ile O’na yönelin, O’ndan isteyin. Başkalarına da duyurmayın ki, nefsin hissesi karışmasın.

Tazarru hali, insanın kendini duaya tam vermesini ifade eder. Bunu, duaya tam konsantre olmak şeklinde anlayabiliriz. İnsan bazı dualarında bu hâli yaşar. Bütün hisleri uyanmış, bütün latifeleri hüşyar bir şekilde yalvarır. Böyle bir durumda, istediği şeyleri ruhunun en derinlerinden gelen bir iştiyakla ister. Bu şekilde yapılan dualar, genelde kabul edilir.

Bunun zıddı ise, tam bir gaflet göstergesi olur.Hz. Peygamberin ifadesiyle, “gafil, boş bir kalbin duasını Allah kabul etmez.” (Tirmizi, Daavât, 65)

Duada haddi aşmak ise, sesi fazla yükseltmek, olmayacak şeyleri istemek gibi durumlardır. Mesela, kişinin “Allahım beni peygamber yap!” veya “Allahım, beni bu dünyada ölümsüz kıl!” demesi, muhali talepten başka bir şey değildir.


3. “Allahın Esmaü’l- Hüsnası vardır. Onlarla dua ediniz. (A’raf, 180)

“Esmaü’l- Hüsna” “en güzel isimler” anlamına gelir. Yüce Allah, kendi kemaline ünvan olan nice isimlere sahiptir. Bunlar bir rivayette 99, bir başka rivayette 1001 olarak ifade edilmektedir. Mesela, Besmelede “Allah, Rahman, Rahim” isimlerini, en son sure olan Nas suresinde

- İnsanların Rabbi

- İnsanların Meliki

- İnsanların İlahı isimlerini görürüz.

Kur’anın tamamında bu ilahî isimlere sıkça yer verilmektedir.

Malûmdur ki, bir kimse pek çok ünvanlara sahip olabilir. Mesela, güzel yazı yazmasıyla hattat, güzel resim yapmasıyla ressam, yaptığı binalarla mimar ünvanını alır ve o ünvanlarla bilinir. Öyle de, Cenab-ı Hak yaratmasıyla Halık, şekil vermesiyle Musavir, rızık vermesiyle Rezzak şifa vermesiyle Şâfi’dir…

İnsan, Allah’a yalvarırken, istediği şeye uygun olan İlahî ünvanı söylemesi uygun olur. Mesela, günahlarımızın affını isterken “Ya Gaffar” ayıplarımızın örtülmesini isterken “Ya Settar” ismini söyleriz.



Keza, belaların defini isterken “Ya Dafia’l-beliyyat” (ey belaları def eden), ihtiyaçlarımızın karşılanmasını isterken “Ya Kadıya’l- Hâcât” (ey ihtiyaçları veren) ünvanını söyleriz.

Rızık isterken O’nun Rezzak ismini anar, maddi manevi hastalıklarımız için O’nun Şafi isminden meded umarız.

İnsanlığa en güzel örnek olarak gönderilen Hz. Peygamber, dualarında sadece “Ya Rabbi, Allahım” demez, binbir isimle Allah’a yalvarırdı. Mesela, şu duasına bakalım:

“Ey kalpleri çeviren Allahım. Kalbimi dinin üzere sabit kıl!” (Müslim, Kader, 17)


4. “O Allah Hayy’dır. Ondan başka ilah yoktur. O halde, dini yalnız O’na has kılarak, halis bir şekilde O’na dua edin!” (Mü’min, 65)

İhlas, dinin en mühim esaslarından biridir. Yapılan bir şeyin sadece Allah için yapılmasını ifade eder. İhlasın zıddı, riyadır, gösteriştir. Sözgelimi, bir din görevlisi insanların önünde dua ederken coşkuyla istese, fakat yalnız dua ettiğinde sönükleşse, ihlastan uzaklaşmış olur.


5. “Allahın lütfundan isteyin!” (Nisa, 32)


Yani, başkalarına verilen servet-makam- ilim gibi şeylere bakıp ta, kıskançlıkla “bu niye ona verildi? Aslında bana verilmeliydi. Ben buna daha layıkım” demeyiniz. Çünkü, belki de onun size verilmemesi hakkınızda daha hayırlıdır. Dolayısıyla siz Rabbinize yöneliniz, O’nun lütuf ve kereminden isteyiniz. O, hakkınızda hayırlı olanı elbette bilir, ona göre verir. O’nun rahmet hazineleri ne biter, ne de tükenir.

Bu meselede, şu esasları göz önünde bulundurmak lazımdır:

- Mülk Allahındır. O, mülkünde istediği gibi tasarruf eder. İnsana düşen, verilmeyene göz dikmek değil, verilene şükretmektir.

- İnsan eğer şükretse, Allah daha fazla verecektir. Çünkü, tekitli bir şekilde şöyle demektedir:

“Eğer şükrederseniz, gerçekten artırırım.” (İbrahim, 7)


- Hayır zannettiğimiz şer, şer zannetiğimiz hayır olabilir. Kur’an şöyle bildirir:


“Bir şey hoşunuza gitmezken sizin için hayırlı olabilir. Sevdiğiniz bir şey de şer olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara, 216)


Mesela, insan hırs ile mal ister. Fakat Karun gibi bunu kibir ve gurura vesile yapacaksa, ona verilmemesi hayırlı olur. Veya insan ısrarla ilim ister. Fakat ilmiyle dalalete sapacaksa, verilmemesi rahmet olur. Onun için, Allahtan birşey isterken “Allahım, senin lütfundan isterim. Eğer bu istediğim hayırlıysa ver. Değilse, hakkımda hayırlı olanı nasip et!” demeli ve Allaha tam tevekkül etmelidir.

- Allah mutlak adalet sahibidir. Zulümden münezzehtir. Elbette kimin neye layık olduğunu bilir ve ona göre verir.

Şadi Eren




ÖLÜMLE GELEN

NE ZAMANDIR uyuduğunu bilmiyordu. Uzun süredir uykuda olmalıydı. Gözlerini açmamıştı daha. Dışarıdan gelen sesleri dinlemeye başladı. Araba sesleri geliyordu daha çok, bir de martı sesleri... Martıları seviyordu, özellikle bembeyaz tüyleri olanları. Onların gökyüzünde süzülüşünü seyretmek ve seslerini dinlemek ruhuna huzur veriyordu. Sabah olunca gözlerini açmadan dışarıda olup biteni dinlemek ve anlamaya çalışmak da hoşuna gidiyordu. Gözlerini açtı. Tüm duyularıyla hissetmek istiyordu bu yaz sabahını. Güneş aydınlatmıştı her yeri. Pencereyi açtı bu aydınlık, ruhunu da aydınlatsın diye. İstanbul, sabahları daha da güzel oluyordu. Gökyüzü parlaktı, kirlenmemişti daha. Bu temiz havayı tüm zerrelerine hissettirmek istercesine içine çekti. Nefes alıp veriyordu. Kendisiyle birlikte tüm kâinatın nefes aldığını düşündü. Ve ah! Evet! Hâlâ yaşıyordu, kâinat ile birlikte. Nefes alıp vermek yaşamanın en büyük belirtisi değil miydi ya zaten! Bu güzel yaz sabahında yaşıyor olmak güzel bir duyguydu. Kendisine bu güzelikleri veren ve hissettiren merhametli bir varlık olmalıydı. Tüm insanlığı çok seviyordu ki her şeyi en ince ayrıntısına kadar yaratmıştı. Bunları düşününce ruhu huzurla doldu. Ama sonra, yüzünde bir hüzün belirdi. Geçen hafta dergide okuduğu cümle geldi aklına: ‘Oksijenin, kötü bir yönü var. Oksijen enerji üretmek için besinle birleşir ama aynı zamanda fazladan bir elektronu olan ve vücuda zararlı atomlar da üretir. Sürekli oksitleniyoruz. Nefes almanın biyokimyasal bedeli, yaşlanmak. Yani paslanıyoruz...’ Bu cümleleri unutamıyordu. Demek, yaşamak için aldığı her nefes sürekli etkisinde olduğu ölüme biraz daha yaklaştırıyordu onu. Bu nasıl bir çelişkiydi böyle. Bu durum ruhuna çok ağır geliyordu. Martılar da nefes alıyordu, bembeyaz tüyleri olan martılar... Onlar da yaklaşıyordu ölüme yavaş yavaş. Ya sevdiği insanlar ve yakınları... Bütün kâinat nefes alıyordu... Tüm bu güzelliklerin, bu yaz sabahının, emek verdiği hayatının bir gün bitecek olması kendisini hüzne boğdu... Ama ölüm tüm gerçekliğiyle karşısında duruyordu. Ölüm değişmiyor, ölmüyordu. Kabir kapısı kapanmıyordu. Hayatın tam içindendi. Ölüm de hayat kadar mahlûktu. Yaratılmış ve yoktan var edilmişti. Çiçekler soluyor, hayvanlar ölüyordu, güneş batıyor, dünya yaşlanıyordu... Büyük bir insan olan âlem dahi ölümün pençesinden kurtulamıyordu. Ölüm daima göz önündeydi. HER AN GELEBİLİRDİ...
Kâinatın zeval ve ölümü kendisini ağlatıyordu. Bir gün öleceği düşüncesi kalbini sıkıştırıyordu. Ölümle birlikte insanlığın ve dahi kendisinin acizliği ve fakirliği değişmiyor, aksine ziyadeleşiyordu...

Ölüm kaçınılmaz ise ve hayat kadar mahlûk ise onunla yüzleşmeliydi. Onunla yüzleşmenin bir yolu olmalıydı.

Hayatın önemli bir parçası olan bu şeyi göz ardı edemezdi. Ölümü anlamlandırmalı ve iyi bir neticeye vardırmalıydı. Yaratılan her şeyin bir hikmeti ve amacı var olduğuna göre ve ölüm de yaratılmış ve yoktan var edilmiş ise, onun da bir amacı, bir hikmeti olmalıydı.

Dinlemeye başladı ölümü, ne talep eder diye... Ve bakmaya başladı ölümün yüzüne, ne ister diye.

Ölümü düşünmenin verdiği o ilk panik hissinden sıyrılıp, düşünmeye başladı:

Ölümü düşünmesiyle birlikte hayata biraz daha odaklanmaya başlıyordu. Hayattaki saptırıcı şeyler—hırsları, anlamsız arzuları, kızgınlıkları, kini, benliği—ölüm düşüncesiyle daha da sönük bir hâl alıyordu. Öfke duyduğu insanları affetmek, onların güzelliklerini gözlemlemek kolaylaşıyordu. Benlik çatışmaları anlamsız geliyordu artık çünkü ölüm her şeyi müsavi kılıyordu.

Gerçekten önemli olan şeylere evet ve sonsuz hayatı için pek de önemi olmayan şeylere hayır demek daha da kolay bir hal alıyordu ta ki sonsuz hayatını kaçırmasın. Ölüm sonsuz hayatını düşündürüyordu ona.

Duygularına daha yakın bir hâle geliyordu. Kendini ve Yaratıcı’nın üzerinde tecelli eden esmasını özenle gözlemliyordu. Nasıl ki insanlar çok sevdikleri bir kitabın ilk sayfalarını hızlıca okur ta ki az bir sayfa kalana kadar... Sonra birden hızlarını azaltmak, geriye kalan sayfaları daha bir dikkatle ve zevkle okumak isterler. Aynen onun gibi her an ölümle burun buruna olduğunu düşünmek, zamana daha fazla değer vermesine sebep oluyordu. Hayatın hiçbir anını kaçırmak istemiyordu. Mevsimlerin değişiminin tadını çıkartıyordu. Kâinatın halden hâle sokulmasını seyretmek gittikçe daha da zevkli bir hâl alıyordu.

Bunları düşününce anladı ki, ölüm düşüncesi onu hayat yolunda yükseklere doğru ilerletiyordu. Ölümle birlikte kendini gerçekleştirdiğini ve daha güçlü olduğunu farketti. Güçlü olması Yatatıcı’nın sonsuz kudretini daha iyi anlamasından ileri geliyordu elbet. Ölüm daha az endişelendiriyordu onu artık. Rabbine daha çok güven duymaya başladı. O sonsuz merhameti olan bir varlıktı. Hikmetsizce ve anlamsızca şeyler yaratmazdı insanoğlu için. Ölümü de ondan dehşet duyalım diye yaratmamıştı... Bunu bir kez daha anlamak huzur verdi ona.

Yaratıcı istiyordu ki:

Kendi ölümümüzle birlikte O’nun ehadiyetine ve samedaniyetine şehadet edelim...

Ölümüm de senin için olsun ey Allahım.....
Nurdan Özdemir





Gizli Yaşamak
Mustafa Ulusoy

İnsanlar insanların gizlerini araştırıyorlar. Çünkü insanlar insanların gizlerini ciddi ciddi merak ediyorlar. Başka merak edilecek birşey yokmuşçasına. Varlıkla yokluk arasında gidip gelen kâinatta, varlığın kendisinin insan için önemli bir sorun olduğu kâinatta, insanlar insanların ne yaşadıklarını öğrenme telaşına düşüyorlar. İnsanların gizlerini bilenler bundan büyük bir gurur duyuyor. “Yalnızca ben biliyorum” diyerek. Sonra bunu çevresindekilere satıyor kibirle. Fısıltılarla ve sessiz olmaya çalışarak.


Gizler gizlice yayılıyor. İnsan gizi bilmeyenler büyük bir eksiklik hissedebiliyor. Gizleri bilenlerden öğrenen bilmeyenler, birden sevinç histerisi nöbetine tutuluyorlar. Sanki hayatın hakikatini elde etmişçesine. Sanki kendilerine sonsuz bir hayat müjdelenmiş de onun esrimesini yaşıyor gibiler. İki insanın arasında yaşananlar sadece onların gizi olarak kalamayabiliyor bu gezegende.


Birisinin gizini araştırmak bir zulümdür. Çok zulüm işleniyor bu gezegende.


•••


İnsanlar birbirinin yaşamlarına fütursuzca giriyorlar. Sınır tanımadan. Kimi zaman buna hakları olduğunu bile zannederek.


Her sınır tanımama bir zulümdür. Çok zulüm işleniyor bu gezegende.


•••


İnsanlar insanları konuşuyor. Tam o anda kâinatın bir köşesinde bir yıldız yaratılıyor. Kara deliklerde bir yıldızın hayatı söndürülüyor. Gökte ay tebessüm ediyor. Yaratıcının sonsuz isimleri kâinatın her köşesinde tecelli ederken; tecelli eden isimleri müşahede etme görevini bırakabiliyor insan. Kardeşinin etini yemeye benzer bir eyleme tercih ediliyor vazifeler.


İnsanlar insanları çekiştiriyor. Kardeşinin etini yeme eylemi gibi alçakça davranışlara giriveriyoruz birden. Yaptığımız gıybetten dolayı sıkıntıya düşen ruhumuzun ve vicdanımızın sesini kısmak için yine şeytan çıkıyor ortaya. Aklımıza şeytanca bir düşünce geliyor. Bize, yaptığımızın gıybet olmadığını telkin ediyor. Belki de sıklıkla yapılanlardan biri, “Biz gıybet yapmıyoruz. Amacımız gıybet etmek de değil. O kişi ile ilgili, onun iyiliği için ne yapabiliriz diye böyle konuşuyoruz” oluyor. Gelin görün ki, Mektubat’ta böyle demiyor. Gıybetin kendi hevesimize göre tanımından bizi çıkarıp, onun Rab katındaki tanımını veriyor bize: “Gıybet odur ki: Gıybet edilen adam hazır olsa idi ve işitse idi, kerahet edip darılacaktı. Eğer doğru dese, zaten gıybettir. Eğer yalan dese; hem gıybet, hem iftiradır. İki katlı çirkin bir günahtır.”


İnsanlar insanların dedikodusunu yaparak insanlar insanların manevî kişiliklerini öldürüyor. Bir insanın kişiliğini öldürmek bir zulümdür. Çok zulümler işleniyor bu gezegende.




Halbuki insan çekiştirilecek bir nefsi içinde taşıyor. Burnumuzun dibini göremiyoruz. İçimizdeki şeytanımızın şeytanlıklarını göremeden haince oklarla saldırıyoruz bir mü’min kardeşimizin meleksi özelliklerine. İncinen yalnızca meleksi özellikleri olmuyor elbet. Meleksi özellikleri her daim müşahede eden melekleri de incitmiş oluyoruz. Ya da şeytansı bir özelliğini fırsat bilip, sanki tam da bu fırsatı kolluyormuş gibi, diğer tüm meleksi özelliklerini mahkum ediverebiliyoruz.


Bazen de bir kimseye kafayı takıyoruz. O kimse gözümüzde birden cani kesiliveriyor. “Birinin hatasından başkası sorumlu olmaz” hakikatini fütursuzca çiğneyebiliyoruz. İçimizde öfke ve kızgınlık hissettiğimiz kimsenin arkadaşları, akrabaları da nasibini alıveriyor hemen. Birçok hastam binlerce kez aynı şeyden yakınıp durdu yıllarca: “Kocamla/hanımımla ne zaman kavga etsek, o zaman kocam/hanımım birden aileme karşı da düşman kesiliveriyor. Onlara da küsüyor.”


Birisinin hatasından başkasını da sorumlu tutmak bir zulümdür. Çok zulümler işleniyor bu gezegende.


•••


Tenkidçilik hastalığı sarmış dört yanımızı. Kibirli ve mağrur nefisler birşey beğenmiyor. Onun şu’su var. Ötekinin bu’su. Başka birinin başka bir kusuru. Arkadaşlık edecek, dostluk kurulacak, Allah adına birlikte birşey yaşanılacak kimseler yok gibi bir algılama üretiyor nefis. Her olay, her durum, bir de bakıyorsunuz, mağrur bir nefsin büyüteci altında inceleniveriyor. Takdir etme, beğenme; takdir ettiğini, beğendiğini iman kardeşine, arkadaşına, dostuna, akrabasına, hatta ve hatta eşine söyleme yanlışlıkla ‘yalakalık’ olarak algılatılıp benimsetilmiş şeytan tarafından. Takdir etme, beğenme ve bunu söyleyebilme diye bir haslet ondört asır öncesinde, Peygamberde bırakılmış sanki. Takdir edebilmenin bir sünnet olduğu, dolayısıyla şimdinin iman kardeşliğinin bir gereği olduğu bile bilinmiyor.


İnsanlar insanlarının davranışlarını gözetler olmuş. Nefisler tam bir dikkat içindeler—şimdi onun, bunun, berikinin neyini tenkid edebilirim diye. Ve insanlar birbirlerinin yanlışını ister olmuş. Bu yüzden kişiler birbirlerine karşı kendilerini garda almışlar. Her an birisi açığınızı yakalayıp tenkid okunu salabilir üzerinize bu gezegende. Zamanımızın en büyük hastalığı narsizm ise eğer; narsizmimizin kendisini en iyi gösterdiği yer de, kimseyi beğenmemek ve insanlarda memnun olacak bir nokta bulamamak...


Takdir edilecek bir davranışı nefsin tenkid etmesi bir zulümdür. Çok zulümler işleniyor bu gezegende.


•••


İnsanlar insanların kararlarına müdahale ediyorlar. Çoğu zaman, kendilerinin fikri sorulmadan bile. Anneler-babalar, Yaratıcılarına karşı kendi adlarına sorumlu oldukları bir yaşa geldikleri halde, “Seni ben büyüttüm ve senin hakkında en iyi olanı ben bilirim” iddiasıyla ve vehmiyle, çocuklarının kararlarına müdahale ediyorlar. Eşler birbirlerinin kararlarına müdahale ediyor. Arkadaşlar birbirlerinin hayatlarına ve kararlarına karışıyorlar. Arkadaş bile olmayan ve hatta araları iyi olmayan insanların bile birbirinin kararlarına karıştıklarını görüyoruz bu gezegende. Bu karışmalar, sanki karşıdaki insanın cüz’î iradesi yokmuşçasına gerçekleştiriliyor. Yaratıcı bile insanın aklına kapı açmakla birlikte iradesini elinden almaz iken… İnsanın seçimleri ile varolduğu gerçeği unutuluyor. Bunlar, “Senin iyiliğin için!” şeklinde rasyonalize edilerek yapılıyor. Bir yanlışa yalan bir kılıf giydirerek “Sen bilmezsin; ben bilirim” diyen benlik, bir kere daha dişini gösteriyor. Şeytanın elinde yine zafer işareti!


İnsanlar size özgü olmasını istediğiniz, sizin tercihinizle var olmasını istediğiniz ve hesabını hayatınızı veren Rabbinize kendiniz olarak vermek istediğiniz bir hayatı, sizin hayatınızı kendileri şekillendirmeye çalışıyorlar. Hayatınızın iyi yönlerinin övgüsünü kendilerine, kötü yönlerinin faturasını ise size yüklemek sevdasıyla yapıyorlar bunu. Akla kapı açmak yerine bir insanın irade ve ihtiyarını elinden almak bir zulümdür. Çok zulümler işleniyor bu gezegende. Hem de çok fazla.


•••


İnsanlar gizlerinizi elinizden almak istiyorlar. Size ait birşey kalmasın istiyorlar. Sizi bu yolla teşhir etmek istiyorlar. Size özel olan birşeylerinizin olması belki de haset uyandırıyor.


İnsanlar insanların gıyabında hükümler veriyorlar. Yüzlerine aynı hükmü söyleme cesareti gösteremeden. Arkasından, yargılama seansı geliyor. Sonra cezalar kesiliyor. Hem de en ağırından. Narsizm bir kez daha kendini gösteriyor. “Ben herşeyi bilirim. Son sözü ben söylerim. Ben ne diyorsam, ne düşünüyorsam o doğrudur” narsizmi bu da.


İnsanlar insanlar hakkında ‘iman-ölçer’lik yapıyorlar. “Senin imanın zayıf, sen adam olmamışsın, sen git iman tazele!” nidaları atarak. Mutlak Yaratıcının işine karışarak. Âlem-i gaybda, O’nun sonsuz bilgisinde olanı bildiğini zannetme gafleti veya bunu iddia etme cesareti göstererek. Benlikler şaha kalkıyor. Şeytan kıs kıs gülüyor. Şeytanın elinde yine zafer işareti! Benlikler şeytanın elinde bir oyuncak. “Senin imanının derecesini ben bilirim” demek bir zulümdür. Çok zulümler işleniyor bu gezegende.


•••


İnsanlar insanlarla çok rahat bir şekilde eğleniyorlar. Lakaplar takıyorlar. Alaya alıyorlar. İnsanın Yaratıcısı insanı alaya almıyor oysa. İnsanı muhatap alıyor.


Haddimizi bilmeden dönüp duruyoruz şu gezegenin yüzeyinde. Üzerinde yaşatıldığımız gezegen bile haddini bilirken. Haddini bilmemek bize pahalıya mal oluyor: Özel hayatlarda karmaşa kol geziyor. Özel hayatlar özelliğini yitiriyor. Haddini bilmemek, özel hayatları rencide etmek bir zulümdür. Çok zulümler işleniyor bu gezegende.


•••


Bütün bunlar nasıl oldu da başımıza geldi? Gizli kalmaması, açığa çıkarılması gereken şey hayatın hakikati olduğu ve bunun için de çok fazla zamanımızın, enerjimizin, ikinci bir fırsatımızın olmadığı bir hayatta; hayatın gizini bizlere yaşamıyla da sunan en sevgili, en insan insan olan Resûlü unuttuk. Onun yaşamındaki gizlerin peşine düşmek yerine, nefsimizin alçak meraklarına takıldık. Ve nefsimize zulmettik.


Hayatı yaşarken ya insanları anarız, ya da Kâinatın Rabbini. Kâinatın Rabbi yerine bir insanı anmak O’nun her bir esmasına bir zulümdür. Ve, O’nun esması sonsuz olduğuna göre, sonsuz bir zulümdür. Sonsuz zulümler işleniyor bu gezegende…




" birimiz şarkta, birimiz garpta, birimiz mazide, birimiz müstakbelde, birimiz dünyada, birimiz ahirette olsak biz birbirimizle beraberiz"