25 Haziran 2009 Perşembe

Hayırlı Kandiller



TEVBE KAPISI
(Ey Resulüm) de ki; ”Sizin kendisinden kaçtığınız ölüm kesinlikle sizi bulacaktır. Sonra da görüleni ve görülmeyeni bilen Allah’a döndürüleceksiniz. O size (ahirette bütün) yaptıklarınızı haber verecektir.” (Cuma-8)

Böyle bir ayet varken akl–ı selim sahibi bir insan nasıl rahatça oturup keyfine baksın? Böyle bir ayeti okuduktan sonra insanın yapacağı en akıllıca iş günahlarına tevbe etmektir.


İnsan bazen ilmindeki yetersizlik nedeniyle günah işler, işlediğinin günah olduğunun bilincinde değildir. Bu nedenle tevbe ederken, küçük yaştan bugüne değin, bilip bilmeden işlediğimiz bütün günahlar için niyet etmeliyiz.
İnsan yaşadığı sürece farklı bilinç düzeylerinden geçmektedir. Bir bilinç düzeyinde günah olarak algılamadığı bir hal, bir üst bilinç düzeyinde günah olarak algılanabilmektedir. Bu nedenle olsa gerek Resulullah Efendimiz (sav) her bir hicabı aştığında bir önceki hali için tevbe edermiş.

Bizler kul olarak her zaman günah işlemeye yatkınız. Buna rağmen Allah (cc) bağışlanma ve tevbe kapılarını açmış. İbn Mace’den rivayet edilen bir hadiste buyruluyor ki: “Günahına tevbe eden hiç günah işlememiş gibidir.”
Bu bir günahtan ötekine batan biz aciz kullar için ne güzel bir müjde. Demek ki; önemli olan kendi kusurumuzun bilincinde olmak, utanmak, pişman olmak ve arınmak. Böylece kul kendi seyrinde de ilerlemekte, nefs basamaklarında yükselmektedir.
Nur Suresinde şöyle buyruluyor; “Ey müminler! Hepiniz Allah’a tevbe ediniz. Ta ki korktuğunuzdan emin, umduğunuza nail olasınız.”

Tevbe bir arınma kapısıdır. İnsan günahlarına tevbe ederken, duygusal olarak bazı duraklardan geçer. Belki de istenen, aranan bu duraklardan geçmektir. Böylece insanın Rabbi ile olan bağları güçlenir. Günah işleyip, sonra pişman olup af dilemek, arınmaya çalışmak nefs basamaklarında da ilerlemeyi sağlar.

Ayrıca anmadan geçemeyeceğimiz şöyle bir hadis–i şerif var: “Kul kimi kez işlediği günah vesilesiyle, cennete girer.” ‘Bu nasıl olur?’ diye sorulduğu zaman, Efendimiz (sav), “Zira kul, işlediği bir günaha öyle tevbe eder ve pişmanlık duyar ki; üzerinde hatadan eser kalmaz.” (Tirmizi, Darimi, İbn Kesir, 11/6043).

Ölmeden önce ölüp, hesaba çekilmeden önce kendimizi hesaba çekerken, tevbe kapısı en sık başvurduğumuz kapıdır. Tevbe kapısının kıymetini bilelim. Allah’ın selamı, rahmeti, bereketi, ihsanı, ikramı üzerinize olsun.



SÖYLEDIKLERINIZE DIKKAT EDIN,
DÜSÜNCELERINIZE DÖNÜSÜR......
DÜSÜNCELERINIZE DIKKAT EDIN,
DUYGULARINIZA DÖNÜSÜR......
DUYGULARINIZA DIKKAT EDIN,
DAVRANISLARINIZA DÖNÜSÜR......
DAVRANISLARINIZA DIKKAET EDIN,
ALISKANLIKLARINIZA DÖNÜSÜR.......
ALISKANLIKLARINIZA DIKKAT EDIN,
DEGERLERINIZE DÖNÜSÜR.......
DEGERLERINIZE DIKKAT EDIN,
KARAKTERINIZE DÖNÜSÜR.......
KARAKTERLERINIZE DIKAT EDIN,
KADERINIZE DÖNÜSÜR.........
(MAHATMA GHANDI)

21 Haziran 2009 Pazar

Allah'ım Sana'dır Dualarım

kumru

PARTİKÜL FİZİĞİ sahasındaki çalışmalarıyla 1968'de "Bilim Ödülü"nü kazanan Prof. Dr. Feza Gürsey, Cumhurbaşkanı ve seçkin davetlilerin bulunduğu salonda konferansına şu cümlelerle son veriyordu:

"Bir avuç insan eski dervişler misâli, tabiatın sırlarında dolaşır dururlar. Muhyiddin-i Abdal'ın dediği gibi:

"Muhyiddinem dervişem

Hak yoluna girmişem.

On sekizbin âlemi

Bir zerrede görmüşem."

Şinasi'de bir şiirinde aynı şeyi söylüyordu:

"Varlığını bilmem ne hacet, küre-i âlem ile,

Yeter isbatına, halkettiği bir zerre bile."

Gerçekten de bu kâinatın hepsi, zerreden küreye kadar her şey, bilsin ya da bilmesin O'na doğru yol almakta, Allah'a koşmaktadır. Başlangıç O'ndandır, dönüş O'nadır. Ama asıl muteber olan, Allah'ı bilerek arzulamaktır. O'nun emirlerine şuurla boyun eğmektir. İnancımızın ve dinimizin gereği olan bu teslimiyet körü körüne bir bağlılık ve sürüklenme değildir. Bu Rabbimize karşı olan sevgimizden doğar ve her zerrede hükümran olan İlâhi azameti idrak ve anlamaktan kaynaklanır. Bu böyle bir sevginin ve ilâhî bir aşkın, bağlılığın teslimiyetidir.

Evet, küçük ya da büyük demeden her ihtiyacımızı Allah'tan istemekten ve çekinmeyelim. Çünkü küçük ve büyük her şey O'nundur. Yaratıcımızın varlığını ve birliğini gösterir. "Atomların İç Dünyası" adlı kitabında Zeno Bucher, şöyle der: "Allah'ın büyüklüğü, en küçük şeyde de tecelli eder." Evet, her şey Cenâb-ı Hakk'ı tesbih ettiği gibi, lisanıyla, ihtiyacıyla ve istidadıyla dahi Allah'a dua eder.

Akıllara durgunluk veren şu kâinat kitabını okuyup, yaratıcısının büyüklüğü karşısında huzur ve huşu ile secdeye varmak, başımızı yere koymak ve teslim olmak ne büyük bir görev.

BÜTÜN işlerimizde sadece Allah'a güvenerek, her şeyi yapan ve yürütenin O olduğunu, varlık dünyasında yalnız O'nun hükmünün geçerli olduğunu düşünmek ve böylece O'nun yarattıklarına değil bizzat Yaratana kul olmak, en büyük bir mutluluk kaynağıdır.

Allah'a bu denli içten ve samimi bağlanış, çalışma hayatımızı felce uğratan ve İslâmiyet'le asla ilgisi bulunmayan bir tembellik, bir miskinlik değil, bilâkis yapmak istediğimiz meşru ve hak olan işlerde daima Allah'ın yardımcımız olduğu düşüncesiyle bize güç veren bir enerji ve huzur kaynağıdır.

Sebeplerini yerine getirip çalıştıktan sonra, asıl yapıcının ve yaratıcının Allah olduğunu hatırlayıp, bizi başarıya ulaştırması için, Allah'a dayanmak, O'na yalvarıp manevî bir güç kazanmaktır. Bu yönüyle Allah'a tevekkül ve dua bizi tembellikten kurtardığı gibi, insan ruhunu alçaltan iltimas ve rüşvetten de korur. Çünkü Allah'a inanan insan bir zerrecik de olsa, hakkı olmayan bir şeyi istemez. Hakkı olan şeylerin olması için de, kimseye değil yalnız Allah'a güvenir. O'na dua eder, O'ndan ister. Böyle olunca da, kendi gibi fâni ve âcizlerin önünde eğilip küçülmez, küçük dünya menfaatleri için dalkavukluk ve yaltaklanma yapmaz. Allah varken, kula kul olmaz.

İnsan çalışacak ancak işlerinde başarıya ulaşmak için kalbini ve maneviyatını da Allah'a olan güveniyle dolduracaktır. Bunun içindir ki, her işe duayla yani besmeleyle başlarız. "Rahman ve Rahim olan Allah'ın yardımına güvenerek başlıyorum" deriz. Bu güçle başlanan işin sonu, elbette hayır ile biter.

SOSYOLOGLAR ve din psikolojisi ile uğraşan bilim adamları, tarihte gelişen kültür ve medeniyetlerin hep inançtan ve dinden doğduğunu ispat etmişlerdir. Selimiye ve Süleymaniyeleri de yaptıran bu ilâhi aşk ve vecd değil midir?

Samimi olarak Allah'a yalvarmak, O'na güvenmek, muhakkak ki, en ümitsiz anlarda bile insanı selâmete ve başarıya götürür. Fahri Kâinat Efendimiz ( s.a.v.): "Allah (c.c.) kendisine cânı gönülden dua edenleri sever" buyurur.

Yanık gönüllerden yükselen yakarışlar çok çabuk Allah'a kavuşur, rahmet olarak döner ve insanı sonsuz bir mutluluğa gark eder. Allah, bize bizden yakındır. "Kullarım, sana Benden sorarlarsa söyle: Ben onlara yakınım. Dua edenin duasına icabet ve kabul ederim. Bana dua etsin ve Bana hakkıyla inanıp tasdik etsinler ki, doğru yolda yürüyüp selâmete ersinler." (Bakara, 186)

HZ. Peygamberimiz (s.a.v.): "Dua, mü'minin silahıdır. Dinin direğidir, göklerin ve yerin nurudur." (Hakim) buyuruyor.

Yine Peygamberimiz (s.a.v.): "Darlık zamanında Allah'ın kendisine yetişmesini isteyen kimse, genişlik zamanında çok dua etsin."

"Genişlik zamanında dua etmek kadar Allah'a hoş gelen bir şey yoktur" buyurur. (Ebu Davud, Tirmizi, Nesâi, İbn Hibban, Hakim)

Hz. Peygamberimiz (s.a.v.) bir başka sözlerinde de: "Hiçbir Müslüman yoktur ki, bir günah ve yakınlarla ilgiyi kesme isteği olmayan bir dua ile Allah'a niyaz etsin de, Allah ona üç şeyden birini vermesin: Ya isteğini yerine getirir; yahut onun isteğini ahireti için saklar; yahut da duasının dengi olan bir kötülüğü ondan savar.

Dediler ki: O halde çok dua edelim.

Buyurdu ki: Allah da çok kabul eder."

"Kul, yâ Rabbi! Yâ Rabbi! Yâ Rabbi! Dediği zaman Allah der ki: Lebbeyk (geldim) kulum, iste, istediğin verilecektir." (İbn Ebi'd-Dünya)

"Allah, kıyamet günü mü'mini çağırır, huzurunda durdurur, der ki:

Kulum, Ben sana, Bana dua etmeni emretmiş ve duanı kabul edeceğime söz vermiştim. Bana dua ediyor muydun?

Evet yâ Rabbi, der.

Ama, Ben senin her duana cevap verdim. Falan falan gün başına gelen bir üzüntüyü kaldırmam için Bana yalvarmıştın, Ben de o üzüntüyü kaldırıp, seni sevindirmemiş miydim?

Evet yâ Rabbi.

O duanı dünyada kabul ettim. Falan falan gün de yine başına gelen bir sıkıntıyı kaldırmam için Bana yalvarmıştın, fakat bu sıkıntının geçtiğini görmemiştin?

Evet yâ Rabbi.

İşte o duana karşılık sana cennette şunu şunu hazırladım. Falan falan gün de bir dileğini yapmamı istemiştin, yaptım.

Evet yâ Rabbi.

Onu da sana dünyada verdim. Falan falan gün de bir muradını vermemi istemiştin, muradın yerine gelmemişti.

Evet yâ Rabbi.

İşte onun yerine de sana cennette şunu, şunu verdim.

Allah'ın Resulü şöyle devam etti: Hâsılı, Allah, mü'min kulunun yaptığı dualardan hiçbirini bırakmaz, hepsini sayar; ya bunları dünyada kulu için yaptığını veya âhirete bıraktığını söyler. O zaman mü'min, 'keşke dünyada hiçbir duamın karşılığı verilmeyip, ahirete bırakılmış olsaydı,' der."(Hakim)

Dua eden kul, Allahına yaklaşmıştır. Ruhu, Allah ile çok yakın ilgi kurmuştur. Zaten ibadetin aslı da Allah'a yaklaşmaktır. Yüce Allah, Yusuf Suresinde Hz. Yakub'un gönülden Allah'a bağlanışını, her şeyi O'na havale edip, O'ndan asla ümit kesmeyişini bize bir örnek olarak anlatmaktadır: "Ben Allah'tan, sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim. Ey oğullarım, gidin Yusuf'u ve kardeşini arayın, Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin, zira Allah'ın rahmetinden ancak inkârcı millet ümit keser." (Yusuf, 56 ve 87)

Sayısız ve sonsuz faydaları muhakkak olan dua nimetinden Rabbim hiç kimseyi mahrum bırakmasın. Gerçek fakirlik ve yoksulluk, bu kadar çok ihtiyacı olan insanın, bunların hepsini karşılayabilecek bir Yaratıcıya inanmaktan uzak kalmasıdır. Allahım, bizi iman nimetiyle şereflendirdiğin gibi, kalbimizi de sevginle güçlendir. Âmin…

9 Haziran 2009 Salı

mezar taşlarının sessizliği bizi aldatmamalı



Gerçekten şu mezarların sessizliği bizi aldatmamalıdır. Orada ni'met görenlerde, azap çekenlerde vardır. Buna göre, aklı başında olan kimse kabre girmeden önce orayı sık sık hatırlamalıdır. Nitekim Süfyan-ı Sevri şöyle demiştir: "Kim kabri sık sık hatırına getirirse orasını bir cennet bahçesi olarak bulur. Buna karşılık kabri hiç hatırına getirmeyen kimse de orayı bir cehennem çukuru olarak bulur."

Yine Süfyan-ı Sevri şöyle demiştir: "İnsan, malını ve çoluk çocuğunu koruduğu gibi, amelleri de kişiyi korur. O vakit ona; "Allah-u Teala seni yatağına mübarek etsin, ne güzel dostların ve ne güzel arkadaşların vardır!" diye söylenir."

Ubeyd b. Umeyr şöyle demiştir:"Her ölüye mezarı şöyle seslenir: Ben karanlık ve yalnızlık yeriyim. Şayet hayatında Allah'a itaat ettinse, bugün ben sana rahmet yeri olurum. Eğer asi isen ben sana azap yeri olurum. Ben öyle bir yerim ki, itaat ettiği halde bana gelmiş olan sevinmiş olarak benden çıkar. İsyankar olarak bana girende helak olarak çıkar, der."

Muhammed b. Sabih ise şöyle demiştir: " Bir adam mezara konup azap olduğu veya hoşa gitmeyen bir şeyle karşılaştığı vakit, civarındaki komşular, "Bizden ibret almadın mı...? Biz senden önce gelmiştik, bizi görmedin mi...? Bugünü düşünmedin mi...? Bizim amellerimizin kesildiğini görmedin mi...? Halbuki senin defterin açık idi."

Mezarı kendisine seslenerek; "Ey dünyanın dış görünüşüne aldanan, tanıdıklarından, senden önce toprak altına girenlerden ders almadın mı..? Onlarda dünyaya aldanıp dururken ecelleri kendilerini, mezar altına aldı, sen hiç aldırmadın, şimdi çekersin." der."

Ubeyd oğlu Abdullah'ın anlattığına göre, Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Vesellem.) bir cenazede şöyle buyurmuştur: "Ölü mezarına oturur. Kendisini defnedip dağılanların ayak seslerini bile duyar. Kendisiyle yalnız mezarı konuşur. Ve der ki; "Ey Ademoğlu...! Yazıklar olsun sana, benimle seni hiç korkutan olmadı mı...? Benim darlığımı, benim korkunçluğumu, kurt böcek ve şiddet yeri olduğumu sana anlatan olmadı mı...? Benim için ne hazırladın?" (İbn Ebi'd-Dünya)

Enes (Radıyallahu Anh) şöyle anlatmıştır: "Çok hasta olan Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Vesellem.)' in kızı öldüğü vakit, Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Vesellem.) onu takip etti. Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Vesellem)'in durumu pek hoşumuza gitmiyordu. Mezar başına geldiğimiz vakit, kendisi bizzat mezara girdi, benzi değişti ve kızardı.Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Vesellem.)'e; "Bu halin nedir?" diye sorduğumuzda şöyle buyurdu: "Mezarın kızımı sıkıştırmasını ve kabir azabının şiddetini düşünerek geldim ve bana Allah-u Teala'nın ondan bu mezar sıkmasını hafiflettiği bildirildi. Buna rağmen öyle sıkıştı ki, kızımın feryadını doğu ile batı arasında olan her şey duydu." (İbn Ebi'd-Dünya)




Sivrisinek ve Prof. Dr. Galin Biserof Asenof'un keşfi..

Her Canlı Allah'ı Tesbih Etmektedir...

Bakara Suresi
26- Bakın, Allah, bir sivrisineği [hatta] ondan daha küçük bir şeyi örnek getirmekten kaçınmaz. İmana ermiş olanlara gelince, onun Rablerinden gelen bir hakikat olduğunu bilirler. Hakikati inkara şartlanmış olanlar ise, "Bu örnek ile Allah ne demek istiyor acaba?" derler. Bu yolla Allah, bir çoğunu saptırırken bir çoğunu da doğruya yöneltir, fakat fasıklardan başkasını saptırmaz,

İsra Suresi
44- Yedi gök ile yer ve onların içinde yer alan her şey O'nun sınırsız kudret ve yüceliğini anmaktadır; O'nun yüceliğini, aşkınlığını övgüyle yankılamayan bir tek nesne yoktur: ne var ki siz onların yücelemelerini anlayamıyor, kavrayamıyorsunuz! Yine de, hem çok bağışlayıcı, hem de halîm olan O'dur!





"Her canlı Allah'ı tesbih etmektedir" sözü Prof. Dr. Galin Biserof Asenof'u araştırmaya iter. Kur'an-ı Kerim'i incelediğinde Bakara Suresi 26. ayette geçen sivrisinekleri araştırmaya başlar.
Sivrisineğin kanat sesini önce lazerli bir mikrafon yardımı ile kaydeder sonra sesi yavaşlatarak insan kulağının algılama ve konuşma ritmine indirir ve kulaklarına inanamaz…

İnanılmaz sesi dinlemek için bilgisayarınızın sesini açın ve tıklayın.

Sivrisinek ve Prof. Dr. Galin Biserof Asenof'un keşfi..


Bu dünya hayatı, yalnızca bir oyun ve eğlence


Bu dünya hayatı, yalnızca bir oyun ve '(eğlence türünden) tutkulu bir oyalanmadır. Gerçekten ahiret yurdu ise, asıl hayat odur, bir bilselerdi. (Ankebut Suresi, 64)


Bir çok insan, dünya üzerinde eksiksiz ve mükemmel bir yaşamın kurulabileceğini sanır. Gerekli maddi imkanlar elde edildiğinde, bu dünyadaki yaşamın insanı tam olarak tatmin edebileceğini ve mutlu kılabileceğini düşünür. En yaygın kanaate göre insan, maddi bir zenginlik, bu düşünce doğrultusunda gerçekleştirilmiş bir evlilik, diğer insanların gözünde saygınlık ve toplum içinde güçlü bir kariyer elde ettiğinde, kusursuz bir hayat kurmuş olur.

Oysa Kuran'da bu tür bir bakış açısı şiddetle yerilmektedir. Aksine Kuran'da, dünya üzerinde sürdürdüğümüz yaşamın, asla eksiksiz, mükemmel ve sorunsuz olamayacağı bildirilmektedir. Çünkü dünya hayatı özellikle böyle tasarlanmıştır.

"Dünya" kelimesinin kökeni bu konuda çok önemli bir anlam içerir. Kelime, Arapçadaki "deniy" sıfatından türemiştir. "Deniy" ise, alçak, düşük, basit, değersiz gibi anlamlara gelmektedir. Bu durumda "dünya" kelimesi de, bu sıfatlara haiz bir mekan anlamını taşır.

Nitekim Kuran'da, dünya hayatının değersizliği ve önemsizliği sık sık vurgulanır. Dünya hayatını güzel kıldığı düşünülen zenginlik, aile, statü, başarı gibi faktörler, Kuran'a göre geçici ve aldatıcı birer metadan başka bir şey değildirler. Allah bir ayette dünya hayatı hakkında şunları bildirmektedir:

Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, '(eğlence türünden) tutkulu bir oyalama', bir süs, kendi aranızda bir övünme (süresi ve konusu), mal ve çocuklarda bir 'çoğalma-tutkusu'dur. Bir yağmur örneği gibi; onun bitirdiği ekin ekicilerin (veya kafirlerin) hoşuna gitmiştir, sonra kuruyuverir, bir de bakarsın ki sapsarı kesilmiş, sonra o, bir çer-çöp oluvermiştir. Ahirette ise şiddetli bir azab; Allah'tan bir mağfiret ve bir hoşnutluk (rıza) vardır. Dünya hayatı, aldanış olan bir metadan başka bir şey değildir. (Hadid Suresi, 20)

Başka ayetlerde ise insanın dünya hayatı dolayısıyla nasıl bir aldanışa kapıldığı şöyle açıklanır:

Hayır siz, dünya hayatını seçip üstün tutuyorsunuz. Ahiret ise daha hayırlı ve daha süreklidir. (A'la Suresi, 16-17)

Ayette bildirildiği gibi söz konusu kişiler dünya hayatını ahirete üstün tutmaktadırlar. Bunu yaparak, Allah'a iman etmemiş ve Kuran ayetlerine yüz çevirmiş olmaktadırlar. Kuran'da bu gibi kişiler "Bizimle karşılaşmayı ummayanlar, dünya hayatına razı olanlar ve bununla tatmin bulanlar ve Bizim ayetlerimizden habersiz olanlar" (Yunus Suresi, 7) şeklinde tanımlanmakta ve hepsinin sonsuz cehennem azabıyla karşılık bulacakları bildirilmektedir. Elbette, dünya hayatının eksikliği, bu dünyada güzel şeylerin var olmadığı anlamına gelmez. Aksine, Allah dünyayı cenneti hatırlatacak pek çok güzel nimetle doldurmuştur. Fakat bu güzelliklerin yanına cehenneme ait olan eksiklik, çirkinlik ve kusurlar da katılmıştır.

Dünyada, imtihan ortamının hikmeti gereği cennet ve cehenneme ait özellikler birarada bulunurlar. Bu şekilde müminler hem cennet hem de cehennem hakkında fikir edinir, hem de kendilerini dünyadaki kısa ve geçici yaşama kaptırmak yerine, gerçek, kusursuz, eksiksiz ve sonsuz yaşam olan ahirete yönelirler. Allah'ın kulları için seçip beğendiği yaşam da işte bu ahiret hayatıdır. Ahiret, Kuran ayetlerinde insanların gerçek ve ebedi yurdu olarak tarif edilir.

Ancak başta da belirttiğimiz gibi birçok insan dünyada mükemmel bir hayat kurulabileceğini zanneder. Dünya hayatına özgü büyük kusur ve eksiklikleri ise, son derece doğal özellikler olarak görür. Örneğin hasta olmak çoğu insana çok doğal gelir. Aynı şekilde yorgunluk, acı, sıkıntı gibi kavramlar da son derece olağan şeyler olarak karşılanır. Oysa dünya hayatına ait tüm eksiklikleri Allah çok büyük hikmetlerle yaratmıştır. İnsana düşen bu hikmetler üzerinde derin derin düşünmek ve bunlardan kendine öğütler çıkarmaktır.

İnsan hiçbir zaman hasta olmayabilir, hiçbir zaman yorulmayabilir, uyumak ve dinlenmek zorunda kalmayabilirdi. Hiç yorgunluk duymayacak bir güç ve enerjiye sahip olabilirdi. Allah dileseydi insanı tüm bu eksikliklerden ve kusurlardan arındırarak yaratabilirdi. Ancak Allah insanı bu şekilde yaratmakla, ona kendi acizliğini ve zayıflığını göstermektedir.

İnsan acizliği ve zaafiyetiyle, dünya hayatının her anında defalarca yüzleşmek zorunda kalır. Öncelikle çok değer verdiği bedeni ona bu durumu sürekli olarak hatırlatır. Her sabah uyandığında şişmiş ve şekli bozulmuş bir yüzle güne başlar. Ağzında hoş olmayan bir tat ve koku, cildinde, saçlarında ve bedeninde rahatsızlık verecek bir kirlilik vardır. Eğer ayrıntılı bir temizlik yapmazsa, insan içine çıkamayacak durumdadır. Üstelik bu temizliği gün içinde sık sık tekrarlaması gerekmektedir. Çünkü üzerinden birkaç saat geçmesi, sabah yapılan temizliği yok edecektir. Birkaç gün ayrıntılı temizlik yapmaması ise insanı çok aciz ve çevresindekileri dahi rahatsız edecek bir duruma sokmaktadır.

İnsan bedeni, taş ya da metal gibi sağlam ve dayanıklı bir maddeden değil, son derece çürük bir malzeme olan etten yapılmıştır. Bu etten oluşan beden, incecik bir deri ile kaplıdır; her an en ufak bir kazada bu deri yırtılabilir. Et de yapısı gereği son derece dayanıksızdır; basit darbelerden etkilenir, şekli bozulur, morarır ve yaralanır. Ve yaşlılıkla birlikte de eski canlılığını yitirmeye, buruşmaya ve pürüzsüz halini kaybetmeye başlar. Ölümle birlikte çürüme gerçekleşir. Toprağa konulduktan birkaç hafta sonra, beden parçalanmaya başlar, kurtlanır, bakteriler tarafından yenir ve yok olup toprağa karışır.

Başta belirttiğimiz gibi, tüm bunlar insana aczini göstermek ve dünyanın eksikliğini hatırlatmak için özel olarak yaratılmış kusurlardır. Oysa insan et yerine çok daha sağlam ve temiz bir malzemeden yaratılmış olabilirdi. Acıdan, hastalıktan ve pislikten tamamen uzak olabilirdi. Tüm bunlar aslında, insanın Allah'a ne kadar muhtaç olduğunu ve acizliğini hissettirmek ve dünyanın ne denli "eksik ve kusurlu" bir yer olduğunu göstermek için var edilmektedir.

Kişi bu eksikliklere bakarak, hem kendi acizliğini hem de diğer insanların dünya hayatındaki güç ve değerlerinin ne kadar geçici olduğunu anlayabilir. Gözünde büyüttüğü, ilgisini çekmeye, takdirini toplamaya çalıştığı insanlar da kendisi kadar aciz, eksik ve kusurları olan, bakıma muhtaç insanlardır.

Ancak çoğu insan bunları kavrayamaz, var olan büyük eksiklik ve kusurları göremez. İşte bu nedenle de dünya hayatı ile tatmin bulur. Aslında bu son derece büyük bir akılsızlığın sonucudur ve cehaletin göstergelerindendir.

Nitekim Kuran'da bu insanların ahlakı şu şekilde tarif edilmektedir:

"Şu halde sen, Bizim zikrimize sırt çeviren ve dünya hayatından başkasını istemeyenden yüz çevir. İşte onların ilimden yana ulaşabildikleri (son sınır) budur..." (Necm Suresi, 29-30)

Ahiretten yana gaflet içinde olup, dünya hayatına tutkuyla bağlanmak ayette de bildirildiği gibi "ilim" sahibi olmamanın bir sonucudur.

Peki o halde bu konuda sahip olmamız gereken "ilim" nedir? "Dünya hayatıyla tatmin olmamak" için üzerine özellikle eğilmemiz gereken ilim, Allah'ın bizlere vaat ettiği cennetin bilgisidir. İnsanın cennetin tarifinin yapıldığı Kuran ayetleri hakkında ayrıntılı bilgi sahibi olması, bu ayetler üzerinde derin derin düşünmesi bu konuda atılacak en önemli adımdır.

Allah, Kuran'da iman edenlere "gerçek yurdu" şu şekilde tarif etmektedir:

Bu dünya hayatı, yalnızca bir oyun ve '(eğlence türünden) tutkulu bir oyalanmadır. Gerçekten ahiret yurdu ise, asıl hayat odur, bir bilselerdi. (Ankebut Suresi, 64)

Duayı yaşamak


Unutmamamız gereken bir gerçek var ki; insan hayatını idame ederken aslında kendi kendine yeten bir potansiyeli taşımaz. Çünkü o yaratılmıştır ve her yaratılmış da bir yaratıcıya ihtiyaç içindedir. Bu bağlamda düşündüğümüzde insan tam bağımsız bir varlık değildir şu yeryüzünde.
“Rabbiniz şöyle buyurdu; Bana dua edin, kabul edeyim. Çünkü bana ibadeti bırakıp büyüklük taslayanlar aşağılanarak cehenneme gireceklerdir.”[1]


İnsanoğlu hayat maratonunu tüm hızıyla sürdürürken yaşamını sürdürdüğü ortamda kendi kendine yetmediği anları da yaşar. Çünkü insan acziyete düşebilecek güçsüz bir konumda yaratılmıştır. “Sizi güçsüz yaratan, sonra güçsüzlüğün ardından kuvvet veren ve sonra kuvvetin ardından güçsüzlük ve ihtiyarlık veren, Allah`tır. O, dilediğini yaratır. O, hakkıyla bilendir, üstün kudret sahibidir.”[2]

Hayatın her türlü problemine aklı sayesinde karşı koyma stratejileri geliştirme becerisine sahip insanın öyle anları vardır ki tükenmişliği yaşar. İnsanın kendi kendine yettiği ve kendi kendisinin yaratıcısı olduğu ütopyasını seslendiren anlayışın aksine kelimenin tam anlamıyla acziyeti yaşar. Bu hali yaşayanlar yani insanın kendi kendine yetebileceğini söyleyenler, hayatın belli bir aşamasından sonra bunalımlar içine düşerler. Zaman zaman da akli melekelerini yitirip işin sonunda intiharı bile düşünebilecek bir hal içine sürüklenirler. Unutmamamız gereken bir gerçek var ki; insan hayatını idame ederken aslında kendi kendine yeten bir potansiyeli taşımaz. Çünkü o yaratılmıştır ve her yaratılmış da bir yaratıcıya ihtiyaç içindedir. Bu bağlamda düşündüğümüzde insan tam bağımsız bir varlık değildir şu yeryüzünde. Onun hal ve hareketlerine yön veren, onu her daim kuşatan onu bilip tanıyan ve ona, kendisi istediği zaman yardım edecek bir yaratıcıya sahiptir. Kendi başına, başıboş, amaçsız yaratılmamış, Allah tarafından bir amaca mebni olarak yaratılmıştır.

Her şeyi yaratan ve her şeyi kuşatan yüce Mevla insanı hassas dengeler üzerinde yaratmıştır. Öyle anları olur ki hayatın apansız gelişen olayları karşısında acziyet içinde kıvranır. Bir elin kendini bu acziyet çukurundan alıp çıkarmasını bekler. Ama öyle anlar olur ki onu içinde bulunduğu halden çıkaracak o el yaratılmışlar âleminde bulunmaz. Her şey ve herkes o anı yaşarken aciz kalmıştır. Umutlar tükenmiş, dayanacak dal kalmamıştır. Onu alıp kurtaracak, onun derdine derman olacak bildiği şu yaratılmışlar âleminde ne bir yol ne de bir yöntem kalmamıştır. İşte işin burasında o insan için yaratılmışların ötesinde melekût âlemine uzanan bambaşka yeni bir ufuk açılır ve oradan uzanan bir el kurtarıcı olur. Onu kurtaracak o el melekût âleminden yaratılmışlar âlemine uzanır. İşte o el yaratıcının elidir. Yaratıcı tecelli eder ve kullarının acziyetlerini giderecek kalp sekinetini ve kulun istediği yardımı bahşeder.

“Kullarım sana beni sorarlarsa, ben yakınım, onlarla beraberim, dualarını işitir, yakarmalarını görür ve halleri­ni bilirim. Bana iman ve kalp huzuru ile dua edenin duasını kabul ederim. O halde kullarım da benim davetime uysunlar ve bana inansınlar ki, doğru yolu bulsunlar”[3]

Geçen yakın günlerimde benim yaşadığım olay işte tam da böyle bir hali resmediyordu. Oğlumuz Ahmet Yusuf henüz 2 yaşında. Ailevi Akdeniz Ateşi hastalığı teşhisi konmuştu yakın bir tarihte. Bu hastalığın tek bir ilacı var. Colchicum… Tatlı bir tada sahip bu hap. Bizim ufaklık annesinin yanında olmadığı bir zaman zarfında ayağının altına aldığı bazı nesnelerin yardımıyla çekmecede duran bu hapları alıp şeker niyetine 20–25 adet yemesin mi! Çok tehlikeli olduğunu bizlerde vakadan sonra öğrendik. Yıllardır benim de kullandığım bir hap. Ama ben bu kadar tehlikeli olduğunu şimdiye kadar bilmiyordum. Çiğdem tohumundan esinlenerek yapılmış bu hapın fazla da tehlikeli olmadığı kanısındaydım. Biraz pahalı bir yöntem de olsa öğrendik! Annesi olayı fark eder-etmez çocuğu en yakın sağlık merkezine götürmüş ve orada midesini yıkamışlar. Kısa bir tetkikten sonra da hapın çok tehlikeli olduğunu ve bir araştırma hastanesinde müşahedeye alınmasını talep etmişler hastane yetkilileri.

Olaydan haberdar olduktan hemen sonra çocuğu alıp Çapa Tıp Fakültesi Çocuk Acile götürdük. Kısa bir tetkikten sonra çocuğu hemen yoğun bakım ünitesine aldılar. Zira olay çok tehlikeli boyutta idi. İlacın yüksek dozda alınması durumunda tehlike sınırı yetişkinlerde 0,4 mg, ölüm sınırı 0,8 mg iken bizim çocuğun aldığı ilaçlar 0,88 mg’dı. Bu miktar da çok tehlikeli bir boyut arz ediyordu. Yetkili doktorumuz, kendilerinin her türlü gayreti ortaya koyacaklarını ama bu dozda ilaç kullanan birinin yaşama şansının olmadığını söyledi. Gerçekten de 6 günlük yoğun bakım döneminde görevli ekipman tıbben ellerinden gelebilecek her yolu denedi. Doktorumuz olayın ilk saatlerinde bize çocuğumuzu her an kaybedeceğimizi bize söylemiş, fazla da ümitli olmamamız gerektiğinin altını çizmişti. Zira bu ilaç çok tehlikeliydi ve bu kadar yüksek bir dozda alınmasının kesin ölümle sonuçlanması her an mümkündü. İlacın her an bedenin tüm metabolizmasını iptal etme özelliği vardı. Bunun gerçekleşme süresi 72 saatlik kritik saatin her anında olabilirdi. İşte bu açıklamalardan sonra bizim de duygu dolu, korkulu ve endişeli saatlerimiz başladı. Sanki içimden volkanlar patlıyordu. Dışardan ne kadar sakin ve endişeli gözüküyor olsam da içimden adeta yanardağlar patlıyordu. Doktorlar her an kaybedebiliriz dediklerinde, sağlık olsun! Allah’ın dediği olur! Tepkisini vermiştim.

Hayatımın her anında birazda kaderci anlayışımdan kaynaklanır, Allah ile olan ilişkim farklıdır. Bir şey istersem önce onu Allah’tan isterim. Çabamı ondan sonra ortaya koyarım. İşimiz duaya kaldı! Anlayışından beriyim çünkü. Bizim işimiz zaten hep dua iledir. Bu esnada da rabbimle olan diyalogum çok farklıydı. Ona sonsuz güvenim daha da sonsuzlaştı. Bir şeyi daha itiraf edecek olursam bu sürede birçok dostumun yakın alakalarına ve içten samimi duygularına şahit oldum. En önemlisi de dostlarımızın ellerini Allah’a doğru açıp Rabbimizden küçük Ahmet Yusuf için şifa temenni etmelerine şahit olmaktı. Bu tarif edilmez bir duyguya gark etti bizi. Bizim için seferber olmuş bir dua kervanı vardı karşımızda. Kur’an Kurslarında okuyan tanıdığımız dostlar vesilesiyle tanımadığımız ama şükranla bahsetmeyi görev bildiğim öğrenci kardeşlerimizin okuduğu yasinler ve yapılan dualar şunu iddia edebilirim ki küçüğümüzün bize dönmesine vesile oldu. Tıbbın gücü ve umudu yoktu. Tıb acziyetini olayın ilk saatlerinde belirtmişti. Ama tıbben yapılan tüm uğraşlara Allah’tan talep edilen şifa niyazlarıyla Ahmet Yusuf, her geçen saat hayata bir başka tutundu. Rabbime sonsuz teşekkürlerimi ilettim ve iletmeye de devam edeceğim. Benim inancıma göre bu tamamen duanın gücüydü. Bundan başkaca da düşünemezdim. Evet dediğim gibi tıp elinden geleni yaptı ama bu konuda tamamen aciz kaldığını deklare etti. Ekipmandan sorumlu doktor arkadaş, biz elimizden geleni yapıyoruz, yapacağız da ama çocuğu her an kaybedebiliriz diyordu. Hatta ikinci gün, bugün büyük ihtimalle çocuğu kaybedeceğiz diyordu. Ve sözlerini şöyle sürdürüyordu: İyileşmesi için mucize gerekli ama mucize de beklemeyin! Onlar kritik 72 iki saatin ilk 48 saati içinde kalp, karaciğer ve böbreklerin fonksiyonlarını tatil edeceğini, bir iç kanamanın gerçekleşip ölüm olayının gerçekleşeceğini bekliyorlardı. Hoş biz ölümün Allah’ın emri olduğuna ve her nefsin bir gün ölümü tadacağına[4] zaten inanmış insanlarız. Ama bize Allah’tan ümit kesmek yaraşmaz. Ve tıbbın her saat ölümünü beklediği çocuğumuzun her yeni tahlili adeta mucize yaratıyordu. Bize şayet yaşarsa en az 10 gün yoğun bakımda kalacağımız, normal serviste de uzun süre kalabileceğimiz söylenip duruyordu. Hatta saçlarının komple döküleceği ve bir takım kalıcı izler taşıyabileceği de söylendi doktorlar tarafından. Ama kritik 72 iki saat ve ilerleyen saatler yoğun bakımda 6 normal serviste de 1 gün kalmamız için yeterli oldu. Hamdolsun rabbime. Biz ondan hiç ümidimizi yitirmedik. O da ümitlerimizin yeşermesi için her zaman yanımızda idi. Onu hissediyorduk. Doktorumuzun bize beklemeyin dediği mucize gerçekleşti ve kısa sürede taburcu olduk. Çocuğumuzun saçları da dökülmedi. Olumsuz hiçbir şey gerçekleşmedi. Tamamen duanın gücüydü bu.

Bu olay bana hayatımızda kaçırdığımız başka bir gerçeği de hatırlattı. Hayatımızın her alanında karşılaşacağımız sorunlarla mücadele ederken toplu dua seanslarının var olması kaçınılmaz gerçekliği… Duanın gücüne inanıyordum. Nitekim “Resulüm! De ki: Kulluk ve yalvarmanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin!”[5] Buyuran Yüce Allah’ın bu sözünü okuduktan ve dua ile ilgili ayet ve hadislere vakıf olduktan sonra bu eylemden beri olmak elbette ki bizim uzak olmadığımız ve inandığımız bir husustu. Ama Ahmet Yusuf olayında biz duayı yaşadık doğrusu. Duanın yaşanır bir hakikat olduğu bizlerin hayatında deklare oluyordu. Hayatın hiçbir alanında Allah’tan bağımsız olunamayacağını, umutların tükendiği her anda Allah’ın devrede olduğunu yaşamak elbette ki bilmekten daha ötede bir duygudur. Yüce Allah’a sonsuz hamd ve senalar olsun.



--------------------------------------------------------------------------------

[1]Ğafir 60
[2] Rum–54
[3] Bakara:186
[4] Ankebut:145
[5] Furkan:77

alıntı